17 Mayıs 2013 Cuma

Mükemmel Yaratılışa Sahip Koku Alma Duyumuz


nsandaki koku alma sistemi, on binden fazla kokuyu rahatlıkla ayırt edebilmeyi mümkün kılmaktadır. Belli bir kimya eğitimi almış uzmanlar bir parfümdeki yüze yakın kokunun kaynağını teşhis edebilirler. İşte insan burnundaki bu üstün yaratılış, birçok bilim adamını benzer cihazlar tasarlamaya teşvik etmektedir. Dünyanın değişik araştırma geliştirme merkezlerinde, insandaki harika koku alma sisteminin kopyaları üretilmeye çalışılmaktadır. Burun örnek alınarak geliştirilen bu modellere "elektronik burun" adı verilmektedir.

İnsan burnundaki proteinlerden oluşan reseptörlerin yerine, elektronik benzerlerinde, bir dizi kimyasal alıcı kullanılır. Bu alıcıların her biri değişik kokuları algılayacak şekilde dizayn edilir; seçicilik kapasiteleri arttıkça üretimleri zorlaşır ve fiyatları yükselir. Sensörlerin çevreden topladıkları sinyaller, elektronik sistemler yoluyla ikili kodlara dönüştürülür ve bir bilgisayara gönderilir. Elektronik sistemler, koku alma duyusunda görevli sinir hücrelerinin, bilgisayar da insan beyninin bir taklidi olarak düşünülebilir. Bilgisayar, kendisine gelen bilgileri değerlendirmek için programlanır ve bu sayede aldığı ikili kodlamadan oluşan sinyalleri yorumlar.

Bu yöntemle geliştirilen elektronik burunlar, başta gıda, parfüm, tıp ve kimya sanayi olmak üzere değişik sektörlerde kullanılmaktadır. Üniversiteler ve uluslararası kuruluşlar söz konusu projelere büyük destek vermektedir. Buna rağmen, Warwick Üniversitesi'nden Julian Gardner'in belirttiği gibi, elektronik burun teknolojisi henüz başlangıç safhasındadır.

www.insanmucizedir.com




Kullanılan Tüm Teknolojiye Rağmen, Elektronik Burun, İnsan Burnundan Çok Daha İlkeldir


Elektronik burunlar insan burnunun sınırlarına bile yaklaşamazlar. İnsan burnundan daha mükemmel koku alan bir sistem yoktur. Bu gerçek, elektronik burun ve insan burnu arasında bir karşılaştırma yapılması ile net bir şekilde ortaya çıkar. Böyle bir kıyas, insan burnunun ne derece üstün bir yapıya sahip olduğunu bir kere daha gözler önüne serecektir:


1) Elektronik burunlar insandaki gibi binlerce kokuyu değil, sadece sınırlı sayıda kokuyu algılayabilmektedir.

2) Bilgisayar destekli elektronik burunlar, insan burnu ve beynine kıyasla oldukça büyüktür; yoğun bir kontrol ve bakım altında çalışan hassas cihazlardır. Dahası sensörlerin kısa ömürlü olması önemli bir problem olmaktadır. Buna karşın sahip olduğumuz koku alma sistemi, bir hayat boyu sürdürdüğü görevinde herhangi bir bakıma dahi gerek duymaz.

3) Sadece tek bir elektronik burnun maliyeti 100.000 Amerikan dolarına (yaklaşık 180 bin TL) kadar yükselebilmektedir.

4) İnsanlardaki koku alma işlemi bir saniyeden çok daha kısa sürede olup biter. Elektronik benzerinde ise analiz süresi saniyeler hatta dakikalar alır.

5) Sensörlerin ayarlanması ve bağlı oldukları bilgisayarın programlanması oldukça önemlidir. Yapılan araştırmalar göstermiştir ki; yüksek oranlarda su, alkol, karbondioksit ve asetik asit cihazın duyarlılığını bozabilmektedir. Ayrıca elektronik burnun, koku uzmanları tarafından son derece hassas biçimde programlanması da gerekmektedir. Aksi takdirde bazı kokular cihazın yanlış veya kararsız sonuçlar vermesine neden olmaktadır.

6) Unutmamalıdır ki; sensörler ve bilgisayardan oluşan bir sistem mantıklı bir muhakeme mekanizmasından da yoksundur. Oysa bu, insanların daha küçük yaşlardan itibaren yapabildiği bir işlemdir. Örneğin, bir bebek doğar doğmaz koku alma duyusunu kullanarak annesini tanıyabilir; doğduktan iki gün sonra kokuları ayırt edebilir.

Kısacası, günümüzün ileri teknolojik koşullarına rağmen insan burnunun algılama kapasitesine denk bir elektronik cihaz üretilememiştir. Bu durum, sahip olduğumuz koku alma sistemindeki yapının ne kadar hayranlık verici olduğunu gösterir. Elektronik burunlar üzerinde çalışan uzmanlar diğer insanlardan daha çok bu gerçeğin farkındadırlar.

Doğduğumuzdan beri birlikte yaşadığımız kokular, gaflet içindeki insana doğal ve kendiliğinden meydana gelmiş gibi görünebilir. Yazı boyunca anlatılan detayları derin bir şekilde düşünenler ise apaçık gerçeği fark etmekte gecikmeyeceklerdir: Gereksinim duyduğumuz yiyecekleri ve bitkileri sahip oldukları çekici kokularla birlikte yaratan Rahman ve Rahim olan Allah'tır.

Sınırsız ihsan ve lütuf sahibi olan Rabbimiz, vücudumuzun her sisteminde olduğu gibi koku almayı da bizim rahatımıza uygun olarak yaratmıştır. Sonsuz merhameti ve şefkatiyle, bize faydalı olan şeyleri sevdirmiş, zararlı olanları çirkin göstermiştir. Bize düşen, kokladığımız güzel kokuları Allah'ın yarattığını ve bizlere lütfettiğini düşünüp şükretmektir. Bu güzel davranışı gösterenler, Allah dilerse, söz konusu nimetlerin asıllarına sürekli olarak cennette kavuşacaklardır.


www.Allahinvarlikdelilleri.com


Koku Alma Sistemi, İlk İnsanın Yaratılışından Bu Yana Mükemmel Olarak İşler

Yazı boyunca bahsettiğimiz o denli detaylı bir yapıdır ki, koku alıcıların çalışma mekanizmasının detayları ve beyindeki algılama sistemi büyük ölçüde anlaşılamamıştır. Hatta koku alma sistemi hakkında bildiklerimiz görme, işitme ve dokunma duyuları üzerine bilinenlerden daha azdır. Böyle bir durumda, insan burnunun yerini alacak bir elektronik sistemin hayal olmaktan öteye geçmeyeceği açıktır.

Görünen odur ki; önümüzdeki senelerde daha gelişmiş elektronik burunlar üretilecektir. Ancak bu durum şu apaçık gerçeği hiçbir zaman değiştirmeyecektir: Bir elektronik burun tesadüfen olamaz; belirli bir plan, program ve tasarım ürünüdür. Aynı şekilde elektronik benzerlerinden çok daha üstün olan insan burnu ve koku alma sistemi de kendiliğinden veya tesadüfen meydana gelmemiştir; sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan Allah'ın üstün yaratışının delillerindendir ve tüm canlıların hizmetine verilmesi çok büyük bir nimettir.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: İnsan vücudunu ve koku alma sistemini tanımaya yönelik yapılacak her yeni bilimsel gelişme, inatla evrimi savunmaya devam edenleri bir kere daha hüsrana uğratacak; aynı zamanda da Allah'ın sınırsız ilmini ve aklını tefekkür etmemize bir yol olacaktır. Bu tefekkürler, akıl sahibi olan iman edenlerin Allah'a olan yakınlıklarını artırır, Allah'ın gücünü daha iyi takdir etmelerini sağlar ve Allah korkularının artmasına vesile olur. İman sahiplerinin Allah'ın ayetleri karşısındaki tavırları Kuran'da şöyle bildirilmiştir:

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün art arda gelişinde temiz akıl sahipleri için gerçekten ayetler vardır. Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) "Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru."” (Al-i İmran Suresi, 190-191)

Duyu organlarımız, çevremizde gelişen tehlikelere karşı her an bizleri uyarır. Örneğin caddede karşıdan karşıya geçerken hızla yaklaşan bir aracın korna sesini duyar; bakışlarımızı hemen sesin geldiği yöne çevirir ve hangi tarafa gitmemiz gerektiğine karar veririz; böylece belki de ölümle sonuçlanabilecek bir kazadan kurtuluruz. Ancak bazı tehlikeler vardır ki bu iki duyunun kapsamı dışında kalır. İşte böyle durumlarda koku duyusu devreye girer ve uyarıcılık görevini başarıyla üstlenir. Herhangi bir işle meşgulken, evde meydana gelebilecek muhtemel kazaları düşünün. Örneğin, mutfaktaki bir gaz kaçağını sadece koku alma duyumuz sayesinde hissedebiliriz. Ya da görüntü alanımızın dışındaki bir yangını haber veren ilk işaret dumanın kokusudur. Koku duyusu zayıf ya da tamamen kaybolmuş olan kişiler böyle durumlara karşı savunmasızdırlar.


İnsan Burnu ile Elektronik Burun Arasında Bir Kıyaslama

Öncelikle belirtmek gerekir ki, bilim adamları burundaki kokuya duyarlı hücrelerin algılama kapasitesinin bir eşi olmadığını ifade etmektedirler. Dahası, insan burnunun tamamıyla yerini alacak bir elektronik cihazın geliştirilmesinin imkansızlığı da bazı araştırmacılar tarafından dile getirilmektedir. Elektronik sensör teknolojisi uzmanlarından E. J. Staples de bu gerçeği açıkça söyleyen uzmanlardan birisidir. Diğer bir bilim adamı, Profesör James Harper "Elektronik burun insanlardakinin yerini alacak bir şey değil, bir tamamlayıcıdır" diyerek, elektronik burnun sadece yardımcı olabileceğine dikkat çekmektedir. Bu durum şöyle de ifade edilebilir: Bir fotoğraf makinesi veya kamera gözün yerini dolduramaz; yalnızca destek olabilir. Elektronik benzerinin insan burnu ile ilişkisi de işte aynı bu şekildedir.

21 Nisan 2013 Pazar

Arıların Yaratılış Özellikleri Tıbba İlham Kaynağı Oluyor


Arı Gözü Körlük Tedavisine İlham Kaynağı Oluyor

     Arıların gözlerinde 3000 ila 4000 küçük lens bulunur. Her lens içinde birden fazla alıcı vardır. Ortadaki lens yan alıcılardan daha geniştir. Dolayısıyla arılar, tam önlerini daha iyi görürler. Bir mikron büyüklüğündeki bu küçük alıcılar, son derece özel optik oluşumlardır. Çünkü arı gözleri UV ışınına duyarlıdır ve görünür ışığın polarizasyonunu algılayabilir.

    Arıların gözlerinin polarize ışığı algılaması, yönlerini bulmaları için de çok özel bir iletişim sistemi geliştirmelerini sağlamıştır. Yönlerini polarize ışığa göre bulan arılar, besin kaynağını bulduktan sonra kovana dönüp diğer arılara besin kaynağının uzaklığını ve yönünü bildirmek için özel bir görsel kod (dans) kullanırlar. Bu iletişim arıların çok mükemmel bir görsel süreç ve algılama sistemine sahip olduğunu ortaya koymuştur.

     California Üniversitesi’nden bilim adamları arı gözünün bu özelliklerini taklit ederek, yapay bir göz yapmışlardır. 8500’den fazla altıgen lensten oluşan bu gözü bir iğne ucuna sığdırmayı başarmışlardır. Araştırmacılar bu çalışma ile yapay retinalar gerçekleştirerek körlere yardımcı olan tedaviler geliştirmeyi hedeflemektedirler.


Arı Zehri Hipertansiyon Tedavisinde Kullanılabilir

     Araştırmacılar bal arılarının sıvı zehrinin hipertansiyon üzerindeki etkisini incelemiş ve iyon kanallarının kalp atışını kontrol eden kısımlarında ve böbreklerin tuzu geri dönüştürmesi üzerinde çalışmışlardır. Zehir, kalp krizini önlemeye yönelik damarları tıkayan yabancı maddelerin oluşumunu ortadan kaldırmıştır.

Arılar, Diyabetik ve Metabolik Rahatsızlıklara Işık Tutmaktadır

     Arıların tat alma organları, ağız boşluklarında ve hortumlarında bulunur. Arılar tatlıyı, acıyı, ekşiyi ve tuzluyu ayırt edebilirler. Bal toplayan arılar için bunlardan en önemlisi tatlılıktır. Arılar özellikle şekerin kendilerine gerekli olan cinslerini çok iyi ayırt ederler. Burada arılarla insanlar arasında şöyle bir karşılaştırma yapılabilir. İnsanlar besin değeri olmayan tatlandırıcı maddeler ile şeker arasındaki farkı çok iyi anlayamayabilirler. Oysa arıları tatlandırıcı maddelerle kandırmak mümkün değildir. Bir arı gerçek şeker ile tatlandırıcı maddeler arasındaki farkı hemen anlayacak ve tatlandırıcılı sudan besin almayacaktır. Bu hassas tat alma sistemi arılar açısından çok önemli bir özelliktir. Çünkü arı topladığı nektarı kullanarak bal üretir. Dolayısıyla kokunun ve şekerin hatalı algılanması balın ya hiç oluşmamasına veya sağlıksız olmasına sebep olacaktır. Bal arılarının bu özelliği, bilim adamlarına beslenmenin metabolizma ile olan ilişkisini ve bu metabolik aktivitelerin nasıl kontrol edileceğini anlamalarına yardımcı olmuştur. Arizona Eyalet Üniversitesi’ndeki bilim adamları bal arılarının tat alma duyusu ile metabolik bozukluklar arasındaki bazı basit ilişkileri gösterebileceğini keşfetmişler ve bal arılarının genetiğini test ederek şeker hastaları, diyabet hastaları ve karbonhidrat metabolizması arasındaki ilişkiyi bulmuşlardır.

Balın Tıp Alanına Katkıları

     Balın ana malzemesi, arıların çiçeklerden ve meyve tomurcuklarından topladıkları nektarlardır. Arılar nektarı bala çevirirler. Polenlerin ise bal yapımında bir etkisi bulunmaz, arılar tarafından sadece protein ihtiyaçlarını gidermek için kullanılır.

     Balın hiç şüphesiz ilk akla gelen özelliği tatlı olmasıdır. Bunun sebebi balın içindeki üzüm şekeri (% 34), sakroz (% 2) ve levulose (meyve şekeri % 40) adı verilen üç şekerdir. Bundan başka balın % 17’si su, geri kalan % 7’lik bölümü ise demir, sodyum, sülfür, magnezyum, fosfor, polen, manganez, alüminyum, gümüş, albümin, dekstrin, nitrojen, protein ve asitlerden oluşur. Balın kalitesini belirleyen, bu % 7’lik karışımdır. Balı bildiğimiz şekerden ayıran çok önemli bir fark vardır. Şeker ancak sindirim sisteminde değişime uğradıktan sonra kana karışırken, bal sindirime gerek olmadan çok süratli bir şekilde kana karışır. Çünkü içerdiği meyve şekeri ve üzüm şekeri, ilk başta oranı oldukça fazla olan sakrozun ters-yüz olmasıyla meydana gelir. Bu yüzden bu şekerlere “basit şekerler” denir. Kısacası bal insan vücudunun en yüksek derecede ve en hızlı şekilde faydalanacağı şekilde yaratılmış bir gıdadır. Ilık su ile karıştırılan balın birkaç dakika içinde vücuda enerji verdiği tespit edilmiştir. Allah Kuran’da balı insanlar için şifa kaynağı olarak yarattığını şöyle bildirmiştir:

     “Rabbin balarısına vahyetti: Dağlarda, ağaçlarda ve onların kurdukları çardaklarda kendine evler edin. Sonra meyvelerin tümünden ye, böylece Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarda yürü-uç. Onların karınlarından türlü renklerde şerbetler çıkar, onda insanlar için bir şifa vardır. Şüphesiz düşünen bir topluluk için gerçekten bunda bir ayet vardır.” (Nahl Suresi, 68-69)

     Balın diğer şifa veren özellikleri şöyle sıralanabilir:

     Balın güçlü bir antibiyotik etkisi vardır.
     Bal, içinde bakteri barındırmaz. Aynı zamanda bakterileri yok etmek için de kullanılır. Örneğin antibiyotiklere karşı dirençli olduğu bilinen MRSA bakterisinin bala karşı koyamadığı tespit edilmiştir. Dr. W. Sackett bal sayesinde tifo mikroplarını 48 saat içinde yok etmiştir. Dizanteri mikropları 10 saat içinde ölmüştür.

     Araştırmacılar balın anti bakteriyel etkisinin, moleküler temelini keşfetmişlerdir.
     Balarılarının bağışıklık sisteminin bir parçası olan ve arılar tarafından da bala eklenen defensin-1 proteinini incelemişler ve balın anti bakteriyel özelliklerinin büyük çoğunluğunun bu proteinden geldiği sonucuna varmışlardır. Araştırmacılar baldan izole ettikleri bu bileşiğin yanık ve deri enfeksiyonlarının tedavisinde, antibiyotiğe dirençli enfeksiyonlarla mücadele edebilecek yeni ilaçların geliştirilmesinde kullanılabileceğini ve böylece bakteri enfeksiyonlarından kaynaklanan sıkıntıların sonlanabileceğini düşünmektedirler.

      Bal diş eti hastalıklarının tedavisinde etkilidir
     Yeni Zellanda Waikata Üniversitesi Biyokimya uzmanı Başkanı Doç. Dr.Peter Molan diş çürüğünden sorumlu bakterilerden Streptococcus mitis, Streptococcus Sabrinus ve Lactobacillus casii’nin ürettikleri asit miktarını balın önemli ölçüde azalttığını belirtmiştir. Bu durumun balın dental plaktaki dextran üretimini engellediği ve baldaki bir enzimin Hidrojen Peroksit ürettiği görülmüştür. Hidrojen Peroksit balın anti bakteriyel etkisini arttırdığı için diş eti enfeksiyonlarının tedavisinde balın bu etkisinden faydalanılabileceği bildirilmiştir. Enfeksiyon engelleyici etkisi nedeniyle şişliği ve ağrıyı azaltan özelliği ile balın yaraları iyileştirme konusunda mükemmel bir sonuç verdiği saptanmıştır.

     Bazı kanser türlerinde kanser hücrelerinin ve tümörün büyümesini durdurduğu tespit edilmiştir
    Propolis, arılar tarafından değişik bitki tomurcuklarından yaprak ve gövdelerinden toplanıp biriktirilen reçinemsi bir maddedir. Arılar kovanı dış etkenlerden, mikroorganizmalardan ve diğer zararlılardan korumak için üzerini propolisle kaplarlar. Bu madde yüzyıllardır doğal bir ilaç olarak kullanılır. Fakat bileşik hücreler üzerindeki etkisi tam olarak bilinmiyordu. Bu konudaki bilinmezlik Chicago Tıp Üniversitesi’nin, kobaylar üzerinde yaptığı araştırmayla çözülmüş ve propolisin, prostat hücre çoğalmasını yavaşlattığı bu şekilde prostat kanserinin tedavisine vesile olabileceği tespit edilmiştir.



Evrimcilerin Bir Açmazı Daha: Renkli Gören Arı Gözü

     Arılar en iyi mavi rengi seçerler ama insanların gördükleri diğer renkleri de algılarlar. Burada evrimciler yine bir açmaz ile karşı karşıya kalırlar. Çünkü onların hayali evrim basamaklarında atlar ve köpekler, daha üst basamaklarda yer almalarına rağmen gri tonlarda bir görüntü algılar ve renkleri seçemezken alt basamaklarda yer alan arıların renkli görmesi açıklanamaz. Renkli görmek, üstün bir özelliktir. Bu özelliğin evrimin üst basamaklarında yer alan bazı canlılarda kaybolması ve tekrar insanda ortaya çıkması aşamalı gelişim iddialarına ters düşmektedir. Oysa Yüce Allah her canlıya kendi ihtiyacına yönelik özellikler bahşetmiştir. Arılar da, çiçeklerin yerlerini belirlemeleri ve beslenebilmeleri için renkli görme özelliğine sahip olarak yaratılmışlardır. Sonsuz güç sahibi olan Allah’ın ilmi bir ayette şöyle haber verilmiştir:

      “Sizin İlahınız yalnızca Allah’tır ki, O’nun dışında ilah yoktur. O, ilim bakımından herşeyi kuşatmıştır.” (Taha Suresi, 98)

Arılar da Tüm Canlılar Gibi Tüm Özellikleriyle Bir Anda Yaratılmışlardır

      Bir arının yaşamını devam ettirebilmesi için şu anda sahip olduğu özelliklerin tümünün aynı anda var olması zorunludur. Kovanı savunmak için gerekli olan zehirli iğneler, nektarı çiçeklerden toplamak için kullandıkları uzun dil, çiçek tozlarının vücutlarına yapışmasını sağlayan tüyler, bacaklarına monte edilmiş fırça benzeri tüyler ve daha pek çok yapı, arılar ilk ortaya çıktıklarından beri mevcuttur. Bundan başka arılarda evrimcilerin içgüdü olarak nitelendirdikleri davranışların da ilk ortaya çıktıkları anda var olması gereklidir. Bir arı, larvaları nasıl besleyeceğini, kraliçeye nasıl bir ihtimam göstermesi gerektiğini, petekleri hangi açı ile yaparsa balın rahatlıkla depolanabileceğini, balmumundan nasıl tasarruf yapacağını, kovanı nasıl koruyacağını, propolisi nasıl toplayacağını, yiyeceğin yerini diğerlerine nasıl bildireceğini doğduğu anda bilmek zorundadır. Kısacası arıların sahip oldukları tüm yeteneklerin ilk ortaya çıktıkları anda var olması gereklidir. Rabbimiz’in göklerde ve yerde herşeyin tek sahibi olduğu Kuran’da şöyle bildirilmiştir:

      “(Yine) Bilmez misin ki, gerçekten göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Sizin Allah’tan başka veliniz ve yardımcınız yoktur.” (Bakara Suresi, 107)


     Arılar da yeryüzündeki diğer canlılar gibi Allah’ın ilhamıyla hareket ederler. Evrendeki tüm canlılar, atlar, kuşlar, böcekler, ağaçlar, çiçekler, kaplanlar, filler Allah’a boyun eğmiştir. Yaptıkları her hareketi Allah’ın ilhamıyla yapmaktadırlar. Allah Hud Suresi’nde canlılar üzerindeki hakimiyetini bize şöyle bildirmektedir:

      “...O’nun alnından yakalayıp denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerindedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır).” (Hud Suresi, 56)

6 Nisan 2013 Cumartesi

Alglerin Canlılar İle Ortak Yaşamı


     Özel alg grupları içerdikleri pigment türü, hücre duvarları ve hareketliliklerine göre birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Algler, klorofil içeren yeşil veya mavi-yeşil renkte ya da kahverengi ve kırmızı olabilmektedirler. Kahverengi ve kırmızı olanlar yalnızca klorofil içermez, ayrıca yeşil rengi gizleyen karoten gibi pigmentleri de içerirler. Algler ince ve katı bir hücre zarına sahiptirler. Bazı algler flagella adı verilen tüycüklerle hareket ederler. Hücrenin içinde kompleks bir çekirdek bulunmaktadır. Klorofil ise fotosentezin ışık reaksiyonlarını gerçekleştiren özel bir zar ile çevrilmiş, yani korunmuş durumdadır.

     Algler Denizanalarına Yaşam Sağlar

     Denizanaları normal şartlarda küçük balıklarla beslenirler. Ancak verimsiz denizlerde besin kaynaklarını sadece algler oluşturur. Denizanaları, bu canlıları bir besin deposu olarak kullanmak üzere bünyelerinde barındırırlar.

     Bazı bölgelerde denizler veya denizin bir bölümünün meydana getirdiği su birikintileri, besin yönünden oldukça fakirdir. Tıpkı mercanlar gibi böyle bölgelerde yaşayan denizanaları da ihtiyaç duydukları besini adeta nereden bulacaklarını bilir gibi, hemen bünyelerine alacakları bir alg ararlar. Denizanaları normal şartlarda bulundukları sularda dokungaçları sayesinde küçük balıkları ve diğer hayvanları yakalayarak beslenen canlılardır. Ancak verimsiz denizlerde bu olanaklar yoktur. Bu nedenle alglerle ortak bir yaşam içine girerler. Dokungaçları sayesinde algleri bulur ve bunları sindirmeden bedenlerinin içine alırlar.

     Gerekli enerjiyi alabilmek için denizanaları, sabah erkenden güneş enerjisini en fazla alan bölgede suyun yüzeyine çarpan ışığa doğru yönelirler. Güneş gökyüzünde doğudan batıya doğru hareket ettikçe denizanaları bu hareketi izlerler ve güneşin yöneldiği yöne doğru dizilirler. Bu büyük topluluk suyun altında 700 cm.’ye kadar derinliğe uzanan dikey bir duvar meydana getirir. Bu dikey duvar, güneş ışığının suya vurduğu alanda oluşur. Eğer karanlık sular içinde ağaçların arasından sızan bir güneş ışığı çizgisi meydana gelirse, denizanaları bu fırsatı da kaçırmazlar ve güneş ışığının oluşturduğu bu hat boyunca “her biri güneş ışığını görecek şekilde” sıralanırlar. Kısacası güneş ne tarafta ise, denizanaları o bölgededir.

     Amaç sadece kendilerini besleyen fotosentetik canlılara gerekli olan enerjiyi sağlayabilmektir. Aynı bölgede  güneş almayan karanlık sularda ise denizanalarından eser yoktur. Güneş iyice battığında denizanaları bulundukları su kütlesinin merkezine gelirler. Karanlık bastığında ise algleri, kendi ürettikleri veya suyun içinde bulunan nitratlarla beslerler.

     Bu olağanüstü ve tümüyle akılcı olan işlemleri yapabilmek için denizanaları özel bir sisteme de sahiptirler. Bu canlılar, yüksek ve alçak yoğunluktaki ışığı ayırt edici duyu organları ile donatılmışlardır. Bu, onların su içinde “daha parlak ışığa” olan günlük göçlerini sağlayan en önemli unsurdur. Bir denizanasının “ışığa duyarlı” hassas bir sisteme sahip olması ve bunun “muhtemel” gerçekleştireceği simbiyotik bir ilişki için fayda sağlaması, kuşkusuz ki öylesine okuyup geçilecek bir konu değildir. Denizanaları öncelikle kendilerine besin sağlayacak canlıyı tanımaktadırlar. Bu son derece önemlidir, çünkü denizanası hiçbir zaman yanlışlıkla suyun içinde bulunan bir başka organizmayı veya farklı türde bir algi bünyesine almaz. Kendisine hangi canlının fayda getireceğini adeta bilir. Denizanasının gözleri yoktur, beyni de yoktur. Oldukça büyük bir bölümü sudan oluşmaktadır. Dokungaçlarıyla hissettiği ise sadece tek bir hücredir. Hissettiği bu canlıda bir kloroplastın varlığını fark etmesi gerekmektedir. Onu etraftaki artıklar veya kimyasallarla beslemek yerine, doğruca güneşe götürmesi, içine aldığı hücrenin neyle beslendiği bilgisine sahip olduğunu gösterir. İnsanların bile henüz 19. yüzyılda keşfedebildiği alglerin özelliklerini, denizanalarının milyonlarca yıldır biliyor ve kendi faydalarına kullanıyor olmaları mükemmel bir düzenin varlığını, Yüce Rabbimiz Allah’ın üstün sanatını göstermektedir.


     Algler Deniz Salyangozları İçin Koruma Sağlarlar

     Mercanlarla beslenen deniz salyangozları, mercanı sindirirken, üzerindeki algi ayırarak onu canlı tutar. Alg sayesinde rengi değişir ve avcılar tarafından tanınması zorlaşır.

     Denizde yaşayan kabuksuz deniz salyangozları, mercanların ve benzer diğer organizmaların üzerlerinde yaşarlar. Bu canlılar kabuklarının olmaması sebebi ile balıklara karşı çok az bir korunmaya sahiptirler. Ancak bu savunmasız görünümlerine karşın düşmanlarından çok özel bir yöntemle korunurlar. Deniz salyangozları, üzerinde yaşadıkları mercanların rengini aldıklarından fark edilemezler. Bu canlıların mercanlarla aynı renkte olmalarının sebebi alglerdir.

     Mercanlarla beslenen bu canlılar, mercanı sindirirken onun dokusunda bulunan algi ayırır ve onu canlı tutarlar. Sümüklüböcek bunu yapabilecek özel bir mekanizmaya sahiptir. Bedenine aldığı algi karnından dış yüzeyinde bulunan dokungaçlarının içine doğru hareket ettirir ve orada canlı olarak kalmasını sağlar. Bu yöntemle savunmasız olan kabuksuz deniz salgyangozu mükemmel bir kamuflaj sağlamış olur. Sümüklüböceğin, bünyesine aldığı alg sayesinde artık rengi değişmiş ve çevredeki avcılar tarafından tanınması güçleşmiştir. Ancak bu noktada sorulması gereken sorular vardır:


  •       Acaba bir sümüklüböcek “renk” görebilir mi?
  •       Mercanın renginden haberdar mıdır ve onun rengini aldığında düşmanları tarafından fark edilemeyeceğini düşünebilir mi?
  •        Mercanlara renklerini veren canlıların algler olduğunu nasıl bilebilir ve yediği besin içinden algi ayrıştırması gerektiğini nasıl anlar?
  •       Bu canlıyı vücudunda nasıl canlı tutabilir ve dokungaçlarına kadar nasıl hareket ettirir?


     Bu korunmayı sağlamak için öncelikle tehlikeden nasıl bir yöntemle kaçabileceğini hesap etmesi, daha sonra mercanın içindeki renkli maddenin kaynağını araştırması, bunun kendi içinde sindirilmesini engelleyecek enzimler üretmesi ve bunu dokungaçlarına kadar taşıyacak bir mekanizma meydana getirmesi gerekmektedir. Bu saydıklarımız son derece detaylı ve bilimsel işlemlerdir. İnsanın uzun araştırmalar yapmasını ve çalışmasını gerektiren bu işlemler, kendinden ve çevresindeki diğer yaşamdan habersiz bir deniz canlısı tarafından kolaylıkla, yaşadığı “her an” ve türünün tüm bireyleri tarafından gerçekleştirilmektedir. İnsanın başaramadığı bütün bu mucizevi işlemleri bu küçük canlı keşfetmiştir ve yaptığı işleri kusursuzca başarır. Başarır, çünkü varlığı ile Allah’ın mutlak varlığının delillerinden biridir. Allah’ı tanıyıp takdir eden insanların Allah’a olan yakınlıklarını arttırmaktadır. Allah’ın varlığını insanlardan gizlemeye çalışarak tesadüfleri ilahlaştıran Darwinizm için ise büyük bir darbedir.


     Flamingolar da Renklerini Yedikleri Alglerden Alırlar

     Pembe renkleri ile görmeye alıştığımız flamingolar da aslında renklerini özel bir kaynaktan alırlar. Bunlar alglerdir. Flamingoların yedikleri algler onların kendine has renklere sahip olmalarını sağlamaktadır. Kuşun vücuduna giren algler, hayvanın her yanına yayılarak tüylerini de renklendirirler.

     Büyük Deniz Taraklarının da Beslenmesine Yardımcı Olurlar

     Küçük bir alg türü olan zooxanthellae yalnızca diğer hayvanların bedenlerinde yaşayabilen bir mikroorganizmadır. Deniz taraklarının bedenini de kendisine en emin yer olarak kabul eder. Büyük deniz tarakları bu canlılara barınacakları rahat bir ortam sağlar, bu küçük yeşil canlıları düşmanlara karşı korur. Bunun yanı sıra ortak yaşadığı bu canlı için karbondioksit, nitrojen ve fosfor gibi besinleri sağlar. Elbette bütün bunların karşılığında zooxanthellae tarafından hazırlanan maddeler de deniztaraklarının başlıca besin maddesini oluşturmaktadır.

      Algler, gerçekleştirdikleri kimyasal işlemler sayesinde, yeryüzündeki enerji dönüşümlerinin ve ısı sabitliğinin en önemli sebeplerindendirler. Sahip oldukları yetenekler, Allah’ın bu canlılarda sergilediği ve insanlara sunduğu güzelliklerdendir.

     Algler Tüm Canlılar Gibi Yaratılışın Delilidir

     Evrim teorisini savunanlar algler hakkında çeşitli senaryolar üretmişlerdir. Bunların içinde en çok kabul gören hikayeye göre, alg ilkel bir yaşam formudur ve evrimleşerek bitkilerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. “Eski ve küçük olan ilkeldir” şeklinde özetleyebileceğimiz bilimdışı olan evrimci saplantı burada da kendini göstermiştir. Evrimcilerin ilkel olarak nitelendirdikleri bakteriler ve virüsler, hayret verici özelliklere ve kompleks mekanizmalara sahiptirler. Bu durum, dünyada yaşamın devam etmesi için hayati görevler yüklenmiş olan alg için de geçerlidir. Bu aşamada, evrimci senaryolarda nedense üstü kapalı geçilen veya hiç değinilmeyen sorular gündeme gelmektedir.

     Evrim teorisini savunanların somut olarak açıklamaları gereken temel sorular vardır. Bilimsel araştırmalara göre, algler bundan yaklaşık 3,5 milyar yıl önce Güney Afrika’daki kayalarda, günümüzde sahip olduğu şekilde, aniden ortaya çıkmaktadırlar. Aynı dönemde aniden ortaya çıkan bakteriler gibi algler de, günümüzde sahip oldukları özellikleri taşımaktadırlar. Bu canlıların atası olarak öne sürülebilecek ilkel bir varlık asla var olmamıştır. İncelediğimiz bu canlıların milyarlarca yıl geçtiği halde aynı şekilde ve özelliklerde günümüze kadar gelmiş olmaları, bütün bu zaman boyunca da hiç evrim geçirmediklerinin delilidir.

     Yeryüzünün oksijen ve aynı zamanda besin kaynağı olan algler, denizdeki en küçük canlıdan kara üzerinde yaşayan en büyük hayvana, hatta insana kadar tüm varlıklara çeşitli şekillerde fayda getiren üstün bir yaratılış harikasıdır. Sadece kendi hayatını devam ettirmekle kalmaz, başka canlıların bedenlerine girip onlara da fayda sağlar. İşte bütün bunlar, Allah’ın mutlak varlığını görmek isteyenler için büyük ve benzersiz delillerdir. Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

     “De ki: “Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” De ki: “Allah’tır.” De ki: “Öyleyse, O’nu bırakıp kendilerine bile yarar da, zarar da sağlamaya güç yetiremeyen birtakım veliler mi (tanrılar) edindiniz?” De ki: “Hiç görmeyen (a’ma) ile gören (basiret sahibi) eşit olabilir mi? Veya karanlıklarla nur eşit olabilir mi?” Yoksa Allah’a, O’nun yaratması gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma, kendilerince birbirine mi benzeşti? De ki: “Allah, herşeyin Yaratıcısıdır ve O, tektir, kahredici olandır.”” (Ra’d Suresi, 16)

     Alglerin büyük bir bölümü dimetilsülfit (DMS) adı verilen bir gaz üretir. Bu gaz, denizin hemen üstündeki havada oksijenle reaksiyona girerek katı taneciklere dönüşür. Böylelikle bulutlar meydana gelir. Başka bir deyişle algler kendi bulundukları bölgelerde bulutların oluşumundan da sorumludurlar. Bu bulutlar da güneşten gelen radyasyonu geri yansıtarak gezegenimizi olması gerekenden daha soğuk, yani şimdiki ısısında tutar.

7 Mart 2013 Perşembe

Canlılardaki düşündürücü özellikler


     Düşünen, akıl ve vicdan sahibi olan her insan için yerde, gökte, denizin derinliklerinde, uçsuz bucaksız evrenin her köşesinde Rabbimiz'in örneksiz yaratışının sayısız delilleri bulunmaktadır. Bu ayki yazımızda Rabbimiz'in Bedi sıfatının tecellisi olarak bazı canlılarda yarattığı benzersiz özelliklerden söz edeceğiz.

     Bu benzersiz özelliklere sahip olan canlılardan biri kutup ayılarıdır. Hepimizin bildiği gibi kutup ayıları kar fırtınalarının kimi zaman 120-140 kilometre hıza ulaştığı, yılın 12 ayında karla ve buzlarla kaplı bir bölgede, son derece zor koşullarda yaşarlar. Ancak Rahman olan Allah onları bu zor koşullara dayanıklılık gösterebilecekleri şekilde yaratmıştır. Kutup ayılarının derilerinin altında, 10 santimetre kalınlığında bir yağ tabakası vardır ve bu özellikleri gerekli olan ısı yalıtımını sağlamak için yeterlidir. Bu sayede kutup ayıları buzlu sularda saatte 10-11 km hızla, 2000 km uzağa kadar yüzerek gidebilirler. Peki tamamı karla kaplı bir yerde kutup ayıları besinlerini nasıl bulacaklardır? Kutup ayıları en çok fok balıkları ile beslenirler. Fok balıkları ise buz ve kar tabakalarının altında yaşarlar. Ama bu kutup ayılarının onları bulmasında bir problem oluşturmaz. Çünkü kutup ayılarının koku alma duyuları öylesine keskindir ki, 1.5 m kalınlığındaki kar tabakasının altındaki fok balığının kokusunu bile rahatça algılayabilirler.

     Bazı canlılarsa soğuk havalara kış uykusuna yatarak dayanıklılık gösterirler. Peki bu canlılar donmamayı nasıl başarırlar? Bazı kurbağaların kış uykusu sırasında vücutlarında buz kristalleri oluştuğu keşfedilmiştir. Bu kurbağalardan gri ağaç kurbağası ve ilkbahar kurbağası gibi türlerin hepsi, kışları don olaylarının görüldüğü coğrafi bölgelerde yaşarlar. Kış uykusuna yattıklarında bu canlılarda hiçbir hayat belirtisi görülmez. Kalp atışları, nefes alışverişleri ve kan dolaşımları tamamen durur. Buz, kurbağanın derisini, karnını ve kas liflerini tamamen kaplar. Öyle ki aort damarı kesildiğinde dahi kurbağalarda herhangi bir kanama olmaz, kalp ve diğer hayati organlar soluk bir renk alır. Kol ve bacaklar sert, gözler ise pusludur. Buzlar çözüldükten sonra görülen ilk hayat işareti kalbin tekrar atmaya başlamasıdır. Hayvan ilk önce seri halde nefes alıp verir. Ağaç kurbağası ve diğer canlılardaki en önemli özellik bol miktarda glikoz üretebilmeleridir. Glikoz, donmuş kurbağanın vücudunda oldukça önemli bir göreve sahiptir. Örneğin hücrelerden su çekilmesini önler, bu sayede büzülme olayı da engellenmiş olur. Böylece kurbağanın hücreleri bu donma olayından hiçbir zarar görmezler.

     Zorlu koşullara dayanıklılıkları ile tanınan bir diğer canlı türü de develerdir. Kuran'da "Bakmıyorlar mı o deveye nasıl yaratıldı." (Gaşiye Suresi, 17) ayetiyle dikkat çekilen develer en ağır şartlardan bile etkilenmeyen vücut yapılarına sahiplerdir. Örneğin "hecin develeri" çöllerde hiç susuzluk çekmeden çok uzun süre kalabilirler. Bunun nedeni, devenin hörgücünde su depolayabilmesi değil, hörgücünde biriktirdiği yağlardır. Bu yağlar susuzluk zamanında parçalanırlar ve bu sayede hidrojen açığa çıkar. Hidrojen, hayvanın soluma sonucu aldığı oksijenle birleşir ve bu sayede devenin yaşayabilmesi için gerekli su vücut içinde oluşur. Yağın suya dönüştürülmesi ancak özel mekanizmalarla laboratuvar şartlarında elde edilebilir. Yağın kendi kendine parçalanarak hidrojen açığa çıkarması ve bunun oksijenle yine kendi kendine birleşerek suya dönüşmesi imkansızdır. Bu işlemlerin hepsini gerçekleşmesi için özel mekanizmalar gerekmektedir ve deve bu mekanizma ile yaratılmıştır.

     Çöllerde hayatta kalmanın en önemli şartı suyu idareli kullanmaktır. Suyu idareli kullanmanın bir yolu da, çoğu vaktini yerin altında geçiren canlılarda olduğu gibi, nefesi iyi kullanmaktır. Yerin altında yaşayan canlıların nefes alıp vermeleri yuvalarında nemli bir ortam oluşturur, böylece vücut yoluyla su kaybını en aza indirmiş olurlar. Afrika'nın çöllerinde yaşayan Gerbil (arka bacakları uzun olan, tüylü kuyruklu, ufak bir hayvan) bu nemi çok iyi kullanır. Bunlar uyurlarken yuvalarına kuru tohumlar koyarlar. Bu tohumlar havadaki nemi emer ve Gerbiller uyandıklarında bu tohumları yiyerek gündüz nefesleriyle kaybettikleri suyun bir kısmını geri kazanmış olurlar.

     Çöllerde yaşayan başka canlılar da dayanılmaz sıcağa ve kuraklığa dayanmalarını sağlayan çok önemli özelliklere sahiplerdir. Örneğin Maça Ayaklı Karakurbağası yılın en kurak dokuz ayı boyunca kendi ürettiği jelatine bürünerek bir çukurun içinde uyur. Başka bir örnek olarak çöl kaplumbağaları, kendi üst kabuklarının altındaki iki kesede yaz için su depolarlar. Salyangozlar ve karidesler ise çöllerdeki nadir yağışlardan sonra su birikintilerinde harekete geçerler ve bu sular kurumadan yumurtalarını bırakırlar. Yumurtalarının ise çok önemli bir özelliği bulunmaktadır; bu yumurtalar güneşin kavurduğu tuzlu topraklarda bir sonraki yağmur gelene kadar çatlamadan, onlarca yıl bekleyebilirler. Eğer bu yumurtaların yağmuru bekleyebilmek gibi bir özellikleri bulunmasaydı, bu canlıların nesli ilk üremede yok olacaktı. Ancak herşeyi kusursuzca vareden Allah, onları benzersiz özelliklerle yaratmış ve onların soylarını korumuştur.



     Son derece özel sistemlere sahip canlılardan biri de yunuslardır. Yunuslar bir çok özellikleri ile insanlarda hayranlık ve ilgi uyandırırlar. Bu özelliklerinden biri hızlarıdır. Bu hızı nasıl sağladıklarını merak eden bilim adamları çeşitli araştırmalar yapmışlar ve yunus balıklarının bedenlerinin çevresinde kusursuz bir su akışı olduğunu görmüşlerdir. Bu akışın gizi ise ancak yunus balığının derisi üzerinde yapılan araştırmalar sonucunda çözülmüştür. Yunus balığının derisi üç katmandan oluşur. Dıştaki katman ince ve çok esnektir; içteki katman kalındır ve plastik kıllı bir fırça görünümü veren ve yine esnek olan çubuklardan oluşur. Katmanların üçüncüsü olan ortadaki katman ise, süngerimsi bir maddeden yapılmıştır. Böylece, son hızla yüzen yunus balığına değen sudan bir girdap oluşmaya başladığı zaman, dış deri, bu girdabın neden olduğu aşırı basıncı iç katmanlara iletir ve iç katmanlar bu aşırı basıncı söndürürler. Oluşan girdap, böylece büyümeye zaman bulamadan kaybolmuş olur. Bu nedenle girdapların yunus balığının hızını kesici bir etkileri olmaz. Görüldüğü gibi yunusların sadece derilerindeki yapı bile son derece özel bir tasarıma sahiptir.

     Baykuşların seslere karşı aşırı hassas kulaklarının bulunması da ayrı bir yaratılış mucizesidir. Baykuşların yüzlerinin iki yanında saç benzeri tüyler vardır ve bunlar ses dalgalarını toplayıp kulağın içine gönderirler. Bu tüyler ayrıca bir kulağı diğer kulaktan korur, böylece sağ taraftan gelen ses büyük ölçüde sağ kulak tarafından duyulur. Bunun yanında kulaklar kafada simetrik olarak yer almazlar. Biri diğerinden daha yüksektedir. Böylece baykuş sesleri super-stereo olarak dinler ve ses çıkaran canlıyı görmese dahi onun nerede olduğunu sesin kaynağına göre tam doğru olarak tespit eder. Bu av bulmanın çok zorlaştığı karlı havalarda önemli bir avantajdır.

     Doğada karşılaştığımız tüm canlılar, birbirinden son derece farklı ama aynı zamanda tam kendi ihtiyaçlarına uygun sistemlere sahiptirler. Bu konudaki bir diğer örnek şöyledir: Bitkiler için zehirli tohumlarının olması etkili bir korunma yöntemidir ama bazı kuşlar bu tehlikeden nasıl korunacaklarını çok iyi bilirler. Macaw'lar (Amerika'ya özgü bir çeşit papağan türü) zehirli tohumları alma konusunda uzmandırlar. Dev bir kancayı andıran gagaları ile çok sert kabukları bile kırabilen bu kuşlar zehirli tohumları yedikten sonra hemen kayalıklara doğru uçarlar ve orada bulunan killi kaya parçalarını kemirip yutarlar. Bu killi kaya parçaları tohumların içindeki zehiri emer ve böylece kuşlar yiyeceklerinin besin maddesi taşıyan kısımlarını zarar görmeden sindirebilirler.

     Küçücük vücutlarında bir teknolojiyi barındıran ateş böcekleri de üstün ve güçlü bir Yaratıcı olan Rabbimiz'in yaratış delillerinden biridir. Normal bir ampul elektrik enerjisinin ancak %3-4'ünü, bir floresan ampülü ise, ampüle giren elektrik enerjisinin %10'unu ışığa dönüştürebilir, enerjinin kalan kısmı ise ısıya dönüşür. Bu üretimdeki bir kayıptır. İdeal olan %100'lük bir verimdir. Ateşböcekleri ise, mühendislerin ulaşmaya çalıştıkları ama başaramadıkları %100 verimle ışık üretimi işlemini küçücük bedenlerinde gerçekleştirirler. Ateşböceğinin karın bölgesinde bir ışık organı vardır. Bu ışık organında birbirine çok yakın bölümlerde, ışık vermede rol alan iki temel kimyasal madde üretilir. Lusiferin ve lusiferaz olarak adlandırılan bu iki maddenin birbiriyle karışması ışıldamanın olabilmesi için yeterli değildir. Bu maddelere oksijen ilave edilmesi gerekir. Bu nedenle ateşböceklerinde, solunum sistemi ışık verme organında geniş bir yer kaplar. Son derece karmaşık bir seri işlem sonucunda ateşböcekleri tam 3 saat boyunca ışık verebilirler.

      Burada sayılanlar Allah'ın sayısız yaratış delillerinden sadece birkaçıdır. Görüldüğü gibi her canlı bulunduğu ortama en uygun, yaşamını ve soyunu devam ettirebileceği, rızkını bulabileceği en üstün özelliklerle donatılmıştır. Sonsuz merhametin ve şefkatin sahibi olan Rabbimiz, hiçbir canlıya rahmetini ve nimetini esirgememiştir. Canlıların sahip oldukları bu özellikler inananlar içinse birer ayettirler:

     Şüphesiz, müminler için göklerde ve yerde ayetler vardır. Sizin yaratılışınızda ve türetip yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır. (Casiye Suresi, 3-4)

27 Şubat 2013 Çarşamba

KUŞLARDA KOKU DUYUSU


* Akbabaların koku duyuları neden güçlüdür?

* Güvercinlerin güçlü koku alma duyularının bu canlılara sağladığı avantaj nedir?

* Kivi kuşunu diğer kuşlardan ayıran koku alma duyusunun özelliği nedir?

* Kutup bölgesinde yaşayan kuşların koku alma duyuları neden hayati önem taşır?

      Günümüzden 30 sene kadar önce bilim çevrelerinde, kuşların hemen hiç koku almadıkları görüşü hakimdi. Ancak daha sonra bunun yanlış olduğu anlaşıldı. Araştırmalar, göreceli olarak küçük koku soğancıklarına sahip kuşların bile kokuları algıladıklarını gösterdi. Kuşlar, yiyecek ararlarken, yuvalarında kullanacakları malzemeleri seçerlerken, kendilerine yabancı olan uçsuz bucaksız araziler üzerinde gezerlerken koku alma duyularını kullanmaktadırlar. Allah’ın yaratmasının sonu yoktur, eşsiz ve mükemmeldir. Yüce Allah canlıların yaratılışlarında mucizeler olduğunu Kuran’daki bir ayetinde şöyle bildirir:

     “Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır.” (Casiye Suresi, 4)

     Kokuya Duyarlı Bazı Kuş Türlerine Örnekler

     Akbabalar

     Bazı akbaba türleri leşlerin yerini çevreye yaydıkları kokulardan tespit ederler. Hatta akbabaların doğal gaz boru hatlarındaki gaz kaçağı olan mevkiler üzerinde daireler çizerek uçtukları gözlenmiştir. Bu davranışın nedenini tahmin etmek güç değildir. Akbabalar, doğal gaza katılan ve leş gibi kokan özel bir kimyasal maddenin kokusunu algılamaktadırlar.

     www.darwinvekuslar.com

     Güvercinler

     Değişik güvercin türleri, beyinlerinde farklı büyüklüklerde koku alma bölgeleri ve soğancıklarına sahiptirler. Bununla birlikte laboratuvarda yapılan deneylerde, her kuşun kokulara belirli bir tepki gösterdiği belirlenmiştir. Uzun mesafelerden bırakıldıkları halde kümeslerine dönen güvercinler görme duyularıyla birlikte koku duyularını da kullanırlar. Burun delikleri tıkanarak koku almaları engellenen güvercinlerin yuvalarına dönmekte başarısız oldukları defalarca kanıtlanmıştır. Güvercinlerin yuvalarına yakın çevrelerde ağırlıklı olarak görsel işaretleri, aşina olmadıkları ortamlarda ise daha ziyade rüzgarların taşıdığı kokuları değerlendirdikleri düşünülmektedir. Bunlara ek olarak, güvercinler dünyanın manyetik alanını algılayarak da yollarını bulabilirler.

      Sığırcık Kuşları

     Avrupa’daki sığırcık kuşları yuvalarını inşa ederlerken, zararlı mikrop ve parazitlerin oluşumunu en aza indirecek bitkileri tercih ederler. Böyle bitkileri de koklayarak bulurlar.

      Kivi

Kivi kuşunu özel kılan bir yönü koku duyusudur. Kuşlarda genelde çok güçlü koku duyuları bulunmaz. Bunun sebebi, karınlarını genelde avlanarak doyurmalarıdır. Bu nedenle, birçok kuş türünün çok keskin görüşü olur; çünkü avlanmak için ihtiyaçları olan iyi bir görüş özelliğidir. Ancak kivi kuşları karınlarını avlanarak doyurmadıklarından iyi bir görüşe ihtiyaçları yoktur. Genellikle geceleri yiyecek bulmaya çıktıklarından, etrafın karanlık olduğu saatlerde görmenin kuşa avlanma esnasında pek bir faydası olmayacaktır. Onların ihtiyacı olan, toprağın altındaki böcekleri rahatlıkla kazıp çıkarmalarına ve ağaç dibine düşen meyveleri hemen tespit etmelerine yardımcı olacak güçlü bir koku sistemidir. Bu koku sistemi, son derece kompleks bir yapıya sahiptir. Tüm kuşlarda bulunan gaga yerine, kivi kuşunun uzun bir hortumu andıran çok hassas bir burnu bulunur.  Bu burnun yapısı çok özeldir. Vücudunun üçte biri uzunlukta olan burnunun ucunda burun delikleri bulunur. Bu burun delikleri en hassas şekilde civardaki tüm böcek ve meyve kokularını kuşun çok hızlı bir şekilde algılamasını sağlar.

     Dünyanın en sevimli kuşlarından biri olan kivi kuşları, Rabbimiz’in Yaratma Sanatı’nın ne kadar zengin olduğunun en güzel tecellilerinden biridir. Bu kuşun koku sistemini oluşturan her bir parça, her bir hücre, her bir molekül ve her bir atom yaratıldığı ilk günden itibaren onu yaratan sonsuz ilim ve akıl sahibi Allah’ın ilham ettiği şekilde hareket etmektedir. Allah her birine nasıl hareket etmesi gerektiğini tüm detaylarıyla, sürekli bildirmektedir. Bu gerçek bir Kuran ayetinde şöyle açıklanmaktadır:

     “Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah’ın herşeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah’ın ilmiyle herşeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için.” (Talak Suresi, 12)

Canlılar Yaşadıkları Ortamlara En Uygun Koku Alma Sistemleriyle Donatılmışlardır
      İnsanlar ile hayvanların, burunlarını kullanım amaçları farklıdır. Hayvanlar alemindeki canlılar, koku alma organlarını genellikle yiyecek aramak, avlanmak, kendi aralarında haberleşmek, yön bulmak, eşlerinin, yavrularının yerini belirlemek için kullanırlar. Bunu yaparken de birbirinden ilginç teknikler kullanırlar.

     Kuşlar, memeliler, sürüngenler, balıklar, böcekler ve diğer hayvanlar yaşadıkları ortamlara en uygun koku alma sistemleriyle donatılmışlardır. 21. yüzyılın ileri teknolojik koşullarında, bilim adamlarının, araştırmacıların ve mühendislerin tüm çabalarına rağmen bu mükemmel sistemlerin benzerleri hiçbir şekilde üretilememektedir. Yüce Allah canlılarda bulunan koku duyularını onların ihtiyaçlarına göre en ideal özelliklerle yaratmıştır. Yüce Allah hayvanların yaratılışlarından ders alınması gerektiğini Kuran’daki bir ayette şöyle bildirir:

     “Gerçekten hayvanlarda da sizin için bir ders (ibret) vardır...” (Müminun Suresi, 21)

     www.kusfosilleri.com


Kutup Bölgesinde Yaşayan Kuşlar

     Güney Kutbu’nda yaşayan kuşların besin kaynağı olan canlı öbekleri sık sık yer değiştirirler. Üstelik bunların yerini belirlemeye yardımcı olacak görsel işaretlerin sayısı çok azdır. Dolayısıyla bu bölgede yaşayan kuşların avlarını gözleriyle bulmaları, samanlıktaki hareketli bir iğneyi bulmak kadar güçtür. Ancak kutup kuşları özel bir koku alma donanımıyla yaratılmışlardır; kokuları takip ederek avlarının yerlerini saptarlar. Koku alma duyuları, Güney Kutbu’nun zor koşullarında yiyeceklerini temin etmelerine olanak sağlar. Kutup bölgesinde yaşayan kuşların koku alma sistemlerinin rastlantılar sonucunda, geliştiğini iddia etmek imkansızdır. Bunlar, Allah’ın kusursuz ve uyumlu yaratışının delillerindendir. Allah gökten yere herşeyi mükemmel bir düzen ile yarattığını ayetlerde şöyle bildirmektedir:

      “... Göklerde ve yerde her ne varsa O’nundur, tümü O’na gönülden boyun eğmişlerdir. Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca “Ol” der, o da hemen olur.” (Bakara Suresi, 116-117)

     Uzmanlara göre kuşlardaki koku almanın detaylarını anlayabilmek için daha çok araştırma ve deney yapılmalıdır. Kuşkusuz yeni bilimsel çalışmalar kuşların koku duyularındaki bilinmeyen harikaları da gün ışığına çıkaracaktır. Kuşlardaki işaretler Kuran’da şöyle bildirilir:

      “Göğün boşluğunda boyun eğdirilmiş (musahhar kılınmış) kuşları görmüyorlar mı? Onları (böyle boşlukta) Allah’tan başkası tutmuyor. Şüphesiz, iman eden bir  topluluk için bunda ayetler vardır.”  (Nahl Suresi, 79)

     Arılar kendi kolonilerine ait olan diğer arıları kokularından tanırlar. Bu nedenle koloni dışından bir arı kovana girmeye kalkarsa, farklı kokusundan hemen tanınır ve kovandan atılır.



Rabbimiz, Tüm Canlıları Mükemmel Bir Çeşitlilik İçinde Yaratmıştır
      Allah, tüm canlıları çeşit çeşit yaratmıştır. Bir insan, kuş resmi çizmeye kalksa, hayal gücü ne kadar zengin olursa olsun çizebileceği kuş şekilleri sınırlıdır. Muhakkak çizdiği kuşlar birbirine benzeyecektir. Bunun sebebi, insanın aciz olması ve yanlızca Allah’ın dilediği kadarının ona ilham edilmesidir. Rabbimiz ise, Sonsuz Akıl ve Sonsuz İlim Sahibi’dir. Allah’ın yaratmasının eşi ve benzeri yoktur. Rabbimiz, tüm canlıları mükemmel bir çeşitlilik içinde yaratmıştır. Birbirine benzemeyen binlerce farklı türde kuş yaratmıştır. Her biri eşsiz binlerce böcek, binlerce bitki, binlerce balık vardır. Hiç şüphe yok ki kuşların burunlarındaki sistem de, koku almak için özel olarak yaratılmıştır ve onu yaratan Allah’ın sonsuz ilminin bir göstergesidir. Allah, Kuran ayetlerinde yeryüzünün her noktasında görülen bu uyum ve kusursuzluğu şöyle bildirmiştir:

      “O, biri diğeriyle ‘tam bir uyum’ (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiçbir ‘çelişki ve uygunsuzluk’ (tefavüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir.”  
(Mülk Suresi, 3-4)

24 Şubat 2013 Pazar

Atmosfer ve Nefes


     Hayatımızın her dakikasında nefes alırız. Sürekli olarak ciğerlerimize hava çeker ve hemen sonra da aynı havayı geri veririz. Bunu o kadar çok yaparız ki, "normal" bir işlem olduğunu düşünürüz. Oysa gerçekte nefes almak çok karmaşık bir iştir.

     Vücut sistemimiz öyle bir biçimde ayarlanmıştır ki, nefes alırken bu işi düşünmemize gerek kalmaz. Yürürken, koşarken, kitap okurken hatta uyurken, vücudumuz sürekli olarak ne kadar nefes almamız gerektiğini hesaplar ve ciğerlerimizi ona göre çalıştırır. Nefes almaya bu kadar çok ihtiyaç duymamızın nedeni, vücudumuzda her saniye gerçekleşen milyarlarca ayrı işlemin, hep oksijen sayesinde gerçekleşen reaksiyonlardan enerji sağlamasıdır.

     Şu anda bu yazıyı okuyabilmeniz, gözünüzün retina tabakasındaki milyonlarca hücrenin sürekli olarak oksijenle beslenmesi sayesinde mümkün olmaktadır. Eğer kanınızdaki oksijen oranı düşerse, "gözünüz kararır". Bunun gibi, vücuttaki tüm kasların, bu kasları oluşturan hücrelerin tümü, karbon bileşiklerini "yakarak" yani oksijenle reaksiyona sokarak enerji elde eder. Bu enerji elde edildiğinde ise ortaya vücuttan atılması gereken karbondioksit çıkar.

     İşte bunun için nefes alırız. Havayı içimize çektiğimiz anda, akciğerlerimizde bulunan yaklaşık 300 milyon küçük odacığa oksijen dolar. Bu odacıkların duvarlarını kaplayan kılcal damarlar hemen bu oksijeni çekerler ve önce kalbe sonra da vücudun her tarafına taşırlar. Kılcal damarlar oksijeni içeri alırken, aynı anda da atık madde olan karbondioksiti bırakırlar. Yarım saniye sürmeyen bu işlem sayesinde, içimize çektiğimiz temiz (oksijenli) havayı, dışarıya kirli (karbondioksitli) olarak veririz.

     Akciğerlerimizde neden 300 milyon odacık olduğunu düşünebilirsiniz. Bundaki amaç, ciğerin hava ile temas eden alanını maksimuma çıkarmaktır. Odacıklar sayesinde sıkıştırılmış olan bu alan gerçekte o kadar büyüktür ki, eğer bu alanı ciğerin içinden çıkarıp düz bir yüzeye yaysak, bir tenis kortu kadar yer kaplar. Burada bir noktaya dikkat edelim: Akciğerlerin içindeki odacıkların ve dolayısıyla bu odacıklara giden kanalların bu kadar dar olması, oksijen solunumunu artırmak için yapılmış harika bir tasarımdır. Ama bu tasarım, bir başka şartın yerine gelmesine bağlıdır: Havanın yoğunluğunun, akışkanlığının ve basıncının, bu kadar dar kanallar içinde rahatlıkla hareket edebilecek değerlerde olmasına.

     Havanın basıncı 760 mm Hg'dir. Yoğunluğu, deniz seviyesinde, litre başına bir gram civarındadır. Deniz yüzeyindeki akışkanlığı ise, suyun elli katı kadar fazladır. Birer önemsiz rakam sanabileceğimiz bu değerler, gerçekte bizim yaşamımız için çok kritiktirler. Çünkü, "hava soluyan canlıların var olabilmesi için, atmosferin genel karakteristik özellikleri—yoğunluğu, akışkanlığı, basıncı vs.—şu anda sahip oldukları değerlere çok çok benzer olmak zorundadır".(1)

     Nefes alırken ciğerlerimiz "hava direnci" denen bir güce karşı enerji kullanırlar. Hava direnci, havanın harekete karşı gösterdiği durgunluk eğilimidir. Ancak bu direnç, atmosferin özellikleri sayesinde çok zayıftır ve ciğerlerimiz kolaylıkla havayı içeri çekip dışarı itebilirler. Bu direncin biraz artması ise, ciğerlerimizin zorlanmaya başlamasına neden olacaktır. Buradaki mantık bir örnekle açıklanabilir: Bir enjektörün iğnesinden su çekmek kolaydır, ama aynı iğneyle bal çekmek çok daha zordur. Çünkü bal, sudan daha az akışkanlığa ve daha yüksek bir yoğunluğa sahiptir.

     İşte eğer atmosferin yoğunluk, akışkanlık, basınç gibi değerleri biraz farklılaşsa, nefes almak bizim için bir enjektöre bal çekmek gibi zorlaşacaktır. Bu durum karşısında "o zaman enjektörün iğnesi kalınlaşabilir" diye düşünmek, yani akciğer kanallarının genişletilmesini önermek ise yanlıştır. Çünkü o zaman ciğerlerin hava ile temas eden alanı çok küçülmekte ve ciğerler vücut için gerekli oksijeni alabilecek yapıdan uzaklaşmaktadır. Yani havanın yoğunluk, akışkanlık, basınç gibi değerlerinin mutlaka belirli bir aralık içinde olması şarttır, ve bugün soluduğumuz havanın sahip olduğu değerler, tam da bu dar aralığın içindedir.

      Michael Denton, bu konu hakkında şu yorumu yapar:

     Eğer havanın yoğunluğu ya da durgunluğu biraz daha fazla olsaydı, hava direnci çok büyük oranlara çıkacaktı ve hava soluyan bir canlıya ihtiyaç duyduğu oksijen oranını sağlayacak bir solunum sistemi tasarlamak imkansız hale gelecekti... Muhtemel atmosfer basınçları ile muhtemel oksijen oranlarını karşılaştırarak "hayat için uygun" bir rakamsal değer aradığımızda, çok sınırlı bir aralıkla karşılaşırız. Hayat için gerekli olan çok fazla şartın hepsinin bu küçük aralıkta gerçekleşmesi—ve atmosferin de bu aralıkta olması—elbette ki çok olağanüstü bir uyumdur.(2)

Atmosferin rakamsal değerleri, sadece bizim solunumumuz için değil, mavi gezegenin "mavi" olarak kalması için de önemlidir. Eğer atmosfer basıncı şu anki değerinden beşte bir kadar azalsa, denizlerdeki buharlaşma oranı çok fazla yükselecek ve atmosferde çok yüksek oranlara varacak olan su buharı tüm Dünya üzerinde bir "sera etkisi" oluşturarak gezegenin ısısını aşırı derecede yükseltecektir. Eğer atmosfer basıncı şu anki değerinden bir kat daha fazla olsa, bu kez de atmosferdeki su buharı oranı büyük ölçüde azalacak ve Dünya üzerindeki karaların tamamına yakını çölleşecektir.


     Tüm bu dengeler, Dünya'nın diğer özellikleri gibi atmosferinin de insan yaşamı için özel olarak yaratıldığını göstermektedir. Bilimin ortaya koyduğu bu gerçek, bizlere evrenin başıboş bir madde yığını olmadığını bir kez daha ispatlamaktadır. Elbette ki, tüm evrene hakim olan, maddeyi dilediği gibi şekillendiren, galaksileri, yıldızları ve gezegenleri kudreti altında tutan bir Yaratıcı vardır.
O üstün Yaratıcı, Kuran'da bizlere öğretmiş olduğu gibi, tüm evrenin Rabbi olan Allah'tır.

     Üzerinde yaşadığımız mavi gezegen ise, Allah tarafından bizim yaşamımız için özel olarak düzenlenmiş, Kuran'da ifade edildiği gibi Allah tarafından insan için "serilip-döşenmiştir". (Naziat Suresi, 30) 

     Allah'ın Dünya'yı insan için yarattığını bildiren diğer bazı  ayetler ise şöyledir:

     "Allah, yeryüzünü sizin için bir karar, gökyüzünü bir bina kıldı; sizi suretlendirdi, suretinizi de en güzel (bir biçim ve incelikte) kıldı ve size güzel-temiz şeylerden rızık verdi. İşte sizin Rabbiniz Allah budur. Alemlerin Rabbi Allah ne yücedir." (Mümin Suresi, 64)

     "Sizin için, yeryüzüne boyun eğdiren O'dur. Şu halde onun omuzlarında yürüyün ve O'nun rızkından yiyin. Sonunda gidiş  O'nadır." (Mülk Suresi, 15)     


Dipnotlar
1 Michael Denton, Nature's Destiny, s. 127
2Michael Denton, Nature's Destiny, s. 128

17 Şubat 2013 Pazar

Kainattaki Mucize Dinamik: Hız


     Dünyamız kendi etrafındaki dönüşünü biraz daha yavaş gerçekleştirseydi ya da vücudunuzdaki kan şu andakinden biraz daha yavaş bir şekilde damarlarınızda dolaşsaydı ne olurdu? Peki ya Güneş'ten gelen ışık yeryüzüne bu kadar yüksek bir hızla ulaşmasaydı? Belki bu konular hakkında hiç düşünmemiş olabilirsiniz, ancak tüm bu olayların en uygun hızla gerçekleşiyor olması, hayatımızı sürdürebilmemiz için vazgeçilmez bir unsurdur.

     Bizler hiç farkında değilken hem kendi vücudumuzda hem de çevremizde hayatımızı sürdürebilmemiz için gerekli olan işlemler, tam da olmaları gereken süratle gerçekleşirler. Bu hızı örneğin beyin hücrelerinin hızla birbirleriyle iletişim kurmalarında, gözden, kulaktan, burundan, dilden ve deriden gelen sinyallerin hızla elektrik sinyaline çevrilip sinir hücreleri aracılığıyla beyne ulaşmasında, bitkilerin fotosentez gibi son derece kompleks bir işlemi gerçekleştirmelerinde, bizden milyonlarca kilometre uzakta olan Güneş'in ışığının olağanüstü bir hızla bize ulaşmasında, sesin hızında ve daha pek çok olayda görebiliriz.

    Bu işlemlerdeki olası bir saniyelik bir gecikme bile insanlara büyük zararlar verebilecekken böyle bir gecikme hiçbir zaman yaşanmaz. Tüm işlemler -Allah'ın izni ile- en uygun süratle, kusursuzca gerçekleşir. Bizler de bu sayede hayatımızı hiçbir aksaklık yaşamadan sürdürebiliriz.

     Evrendeki Hız 

      Sürat Evrenin Yaratılışında Başlıyor: Atomdaki Hız
  Yaşamdaki sürati öncelikle evrenin en küçük yapıtaşı olan atomda inceleyelim. Her atom, bir çekirdek ve çekirdeğin uzağındaki yörüngelerde dönen elektronlardan oluşmuştur. Çekirdeğin içinde ise proton ve nötron ismi verilen başka parçacıklar vardır. Elektronların atom çekirdeği çevresindeki dönüşleri, yörünge adı verilen yollarda, çok büyük bir düzen içinde ve hiç durmaksızın gerçekleşir. Elektronlar çok çeşitli hızlara sahip olabilirler. En güçlü mikroskopların bile göremeyeceği kadar küçük bir alanda dönüp-duran onlarca elektron, çekirdeğin çevresinde farklı yörüngelerde dönerler ve saniyede 1000 km. gibi olağanüstü bir hıza sahiptirler. Bu sürat, bir saniye içinde İstanbul'dan Antalya'ya gidebilmek anlamına gelir. Ayrıca bu yüksek hıza rağmen elektronlar birbirleriyle çarpışmazlar.
Gezegenlerin Dönüş Hızı

      Güneş Sistemi'nin yapısını incelediğimizde, her detayda çok hassas bir denge ve ince bir ayar ile karşılaşırız. Eğer gezegenlerin dönüş hızları biraz daha yavaş olsaydı, o zaman bu gezegenler hızla Güneş'e doğru çekilirler ve sonunda Güneş tarafından büyük bir patlamayla yutulurlardı. Bunun tersi de mümkün olabilirdi. Eğer gezegenler daha hızlı dönselerdi, bu sefer de Güneş'in çekim gücü onları tutmaya yetmeyecek ve gezegenler uzaya savrulacaklardı.

      Oysa çok hassas olan bu denge, her an her saniye kusursuz bir biçimde işlemektedir. Ayrıca söz konusu dengenin her gezegen için ayrı ayrı kurulmuş olduğuna da dikkat etmek gerekir. Çünkü gezegenlerin Güneş'e olan uzaklıkları da kütleleri de çok farklıdır. Bu nedenle, hepsinin ayrı birer dönüş hızı vardır.

      Rabbimiz tüm yaşamsal faaliyetlerde muhteşem bir hız var etmiştir. Allah'ın dilemesiyle bir anda kesilebilecek olan bu sürat sayesinde tüm evren varlığını devam ettirir. Bir ayette Rabbimiz'in yarattığı tüm varlıklar üzerindeki sonsuz gücü şöyle bildirilmektedir:
"Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zeval bulurlar (yok olurlar) diye (her an kudreti altında) tutuyor. Andolsun, eğer zeval bulacak olurlarsa, Kendisi'nden sonra artık kimse onları tutamaz. Doğrusu O, Halim'dir, bağışlayandır." (Fatır Suresi, 41)

      Dünya'nın Dönüş Hızı 

      Dünya sadece 24 saatlik bir süre içinde kendi etrafındaki dönüşünü tamamlar ve bu sayede geceler ve gündüzler kısa sürer. Kısa sürdükleri için de gece ile gündüz arasındaki ısı farkı çok azdır. Dünya'nın kendi etrafındaki yüksek dönüş hızı yeryüzündeki ısının dengeli dağılımına yardımcı olur. Böylece pek çok canlının yaşayabileceği ideal ısı ortamı oluşur. Eğer bu hız gereken seviyede olmasaydı, canlılar için yeryüzü yaşanması olanaksız bir yer haline gelecekti.

     Yağmur Damlasındaki Hız 

     Her yağmur damlası Allah'ın rahmeti ile yeryüzüne rahatsızlık vermeyecek bir hızda iner. Oysa yağmur damlası büyüklüğünde ve ağırlığında herhangi bir cisim, 1200 metreden bırakıldığında giderek hızlanır ve yere yaklaşık saatte 558 km. hızla düşer.

      Ancak yağmur damlasının yeryüzüne iniş sürati saatte 8 ile 10 km. arasındadır. Yağmur damlalarını inceleyen araştırmacılar, bu damlaların atmosferin sürtünme etkisini artıran ve yere düşüşünü yavaşlatan bir şekle sahip olduğunu bulmuşlardır.

     Eğer yağmur damlaları saatte 558 km. hızla gökten yağmış olsaydı, çarptığı herşeyi yıkacak ve Dünya üzerinde canlıların yaşaması imkansız hale gelecekti.

     Vücuttaki Hız 

     Gözdeki Hız 

     Siz bu cümleyi okuyup bitirinceye kadar gözünüzde yaklaşık yüz milyar (100.000.000.000) işlem yapıldı. Saatte 500 km hızla beyne mesaj ileten 600 bin sinirle beyne bağlı olan göz, aynı anda 1.5 milyon mesaj alıp bunları düzenler ve beyne gönderir.

     Göze gelen ışık ışınları korneadan, gözbebeğinden ve ardından da mercekten geçer. Saydam tabakanın bükümlü üst yüzeyi ve mercek, ışınları kırar ve nesnenin (resmin) görüntüsü ters çevrildikten sonra retinaya ulaşır.

      Işığa duyarlı hücreler (reseptörler; koni ve çubuk hücreler) ışığı elektrik sinyallerine çevirir ve sinir uçlarına uyarı olarak yollarlar. Retinadan gelen görüntü orjinaline göre baş aşağı durumda ve ters taraftadır. Ancak beyin yeniden yorum yaparak görüntünün düz olmasını sağlar. Bu elektriksel uyarılar beyne nesnenin çeşidi, büyüklüğü, rengi, uzaklığı hakkında haber götürürler ve tüm bu dizi işlemler saniyenin onda biri kadarlık bir sürede gerçekleşir. Görme gerçekleşirken bir saniyede meydana gelen işlem sayısı şu an mevcut hiçbir bilgisayarın yapamayacağı kadar yüksektir.

      Kalpteki Hız 

      Bizler hiç farkında değilken vücudumuzdaki 100 trilyon hücre, damarlarımızda dolaşan kan ve tüm organlarımız muazzam bir hızla görevlerini yerine getirmektedirler.

     Kalp dakikada 70 kere ve her yıl yaklaşık 37 milyon kereden fazla hareket eden bir kastır. Bir insanın ortalama hayatı boyunca ise yaklaşık 2.5 milyar vuruş yapar ve yaklaşık 300 milyon litre kan pompalar. Kalp, uyuduğunuz zaman bile saatte yaklaşık 340 litre kan pompalar. Bir başka deyişle kalbimiz bir arabanın yakıt deposunu saatte 9 kere doldurur. Bedensel hareketler sırasında, örneğin koşarken, temposunu daha da artırır ve saatte yaklaşık 2 bin 270 litre kan pompalar.

     Eğer kalp böyle hızlı çalışmasaydı ve bu kadar çok işi bu kadar kısa aralıklarda gerçekleştirmeseydi kan vücudun dört bir yanına gereken zamanda pompalanamayacak bu da tüm organların işlevlerini yapmasını engelleyecekti.

     Kanın Pıhtılaşmasındaki Hız 

     Vücudun herhangi bir bölgesinde bir kanama olduğunda yaranın bulunduğu bölgedeki proteinler, enzimler ve hormonlar hızla kendi aralarında haberleşip pıhtılaşmayı sağlayacak mekanizmayı oluştururlar. İlk yardım trombosit adı verilen kan plakçıklarından gelir. "Von Willebrand" isminde bir protein ise, kaza yerini işaret ederek trombositleri gördüğünde önlerini keser ve olay yerinde durmalarını sağlar. Olay yerine gelen ilk trombosit, özel bir madde salgılayarak, diğer ekipleri olay yerine çağırır. Bu arada, vücutta yer alan 20'ye yakın enzim biraraya gelerek yaranın üzerinde trombin adında bir protein üretmeye başlar. Trombin sadece açık yaranın olduğu yerde üretilir. Bu proteinin üretimi tam zamanında başlamalı ve tam zamanında durdurulmalıdır. Başlama ve durdurma emrini trombini üreten enzimler kendi aralarında verirler.

       Burada bahsedilen enzimler, proteinler, cansız, şuursuz, kör atomların farklı şekillerde dizilmelerinden oluşmuş yapılardır. Bunların her biri, yaralanma olayının en başından beri bir görev üstlenerek, en acil şekilde akan kanı durdurmak için organize olurlar, ilaç üretir gibi gerekli proteinleri üretirler, yardım için diğerlerine haber gönderirler, diğerleri haberin mahiyetini anlayıp hızla olay yerine gelir ve her biri görevini eksiksizce yerine getirir.

        Sistem en küçük ayrıntısına kadar kusursuz bir şekilde büyük bir hızla çalışmaktadır. Eğer bu hayati sistemde bir aksaklık olsaydı, kalp, akciğer veya beyin gibi hayati organlara giden yollarda tıkanma, kan kaybından ölme gibi durumlarla karşılaşırdık.

      Sonuç 

     Burada çok küçük bir bölümünü incelediğimiz, fakat tüm yaşamımızı kuşatmış olan bu son derece dengeli hız,Yüce Allah'ın insanlara rahmetinin delillerinden sadece biridir. Hem kendi vücudumuzda hem de evrenin her köşesinde yaşam için gerekli olayların olması gereken en uygun süratle gerçekleşmeleri, belki de hiç farkında olmadığımız bir nimettir. Meydana gelen her olayın hızının ihtiyaca uygun olarak son derece hassas bir şekilde ayarlanmış olması sayesinde yaşam mükemmel uyumuyla devam eder. Allah her şeyi yoktan var etmiştir ve her şeyi her an koruması altında tutmaktadır. Bu gerçek bir ayette şöyle bildirilir:

     "Görmedin mi, Allah, yerdekileri ve denizde O'nun emriyle akıp giden gemileri, sizin yararınıza verdi. Ve izni olmadıkça, göğü yerin üstüne düşmekten alıkoyar. Şüphesiz Allah, insanlara karşı şefkatlidir, çok merhametlidir." (Hac Suresi, 65)

14 Şubat 2013 Perşembe

Cansız Atomları Proteinlere Dönüştüren Kusursuz Tasarım


     Bilindiği gibi, bütün canlılar hücrelerden oluşur. Örneğin insan vücudunu oluşturan yaklaşık 100 trilyon hücre vardır. Her hücre ise, aralıksız olarak, canlının hayatı boyunca ihtiyaç duyacağı şeyleri üretir. Canlıların hücrelerini yüksek teknoloji ile donatılmış birer fabrika olarak kabul edersek, bu kitabın konusu olan proteinler de bu fabrikanın makinaları, duvarları, tavanı, merdivenleri, kapıları ve hatta vidalarıdır. Kısacası proteinler, hücrelerin hem inşaat malzemesini hem de çok karmaşık makinelerini oluştururlar. Birbirinden farklı birçok görevi üstlenen proteinler bu nedenle canlılığın yapıtaşları olarak kabul edilirler.

     Örneğin saç, tırnak ve tüylerde bulunan sert yapıyı oluşturan keratin isimli madde bir proteindir. Bazı proteinler, kasları kemiğe bağlayan tendonlarda bulunan dayanıklı naylon benzeri bir maddeyi oluştururlar. Derinin pürüzsüz elastikiyetini ve kemiklerin dayanıklılığını sağlayan ise kolajen isimli bir başka proteindir. Atardamarları çevreleyen kauçuk benzeri elastik maddeyi oluşturan da yine başka bir proteindir. Retinaya ışık çarptığında görme etkisini başlatan ise rodopsin isimli proteindir. Bu arada başka proteinler de gözün lensini oluşturan saydam maddeyi yaparlar. Hücrelerin içine moleküllerin giriş çıkışında yine özel taşıyıcı proteinler görev yapar. Tüm canlılığın bilgisini taşıyan DNA molekülü proteinler olmadan kopyalanamaz ve bilgi üretemez, hücre bölünmesini sağlayamaz. Yani proteinler canlılardaki en küçük yaşam birimi olan hücrelerin hem yapılarında hem de sayısız işlevlerinde çok çeşitli görevler alırlar. Diğer bazı proteinler de hücredeki kimyasal reaksiyonların hızını milyarlarca kez artırmak için katalizör görevi görürler. Takımlar halinde çalışarak, hücrenin tüm kimyasal parçalarını inşa ederler. İnşa etme özelliklerinin yanısıra, parçalama özellikleri de bulunmaktadır. Bu özelliklerini kullanarak hücrelerde bulunan büyük molekülleri, hücrenin kullanabileceği basit bileşiklere ayırırlar. Hücreye enerji sağlanması için gereken reaksiyonların oluşmasını sağlarlar. Kaslardaki kasılma hareketi için gereken unsurları oluşturanlar da yine kas hücrelerindeki özel proteinlerdir.


     Yukarıda kemiklerin dayanıklılığını sağlayan kolajen proteininin ve saçlarda bulunan keratin proteininin yapısı görülmektedir. Altta ise kolajen lifinin açılımı yer almaktadır.

I. Mikrofibril, II. Kolojen lif, III. Tropokollajen üçlü heliks, IV. Kolajen polipeptid, V. Saç, VI. Saç hücreleri, VII. Keratin mikrofibrili, VIII. Keratin polipeptid, IX. keratin üçlü heliks, X. 300 mm. uzunluğundaki molekül, XI. sağ-elli üçlü heliks , XII. Glisin, XIII. sol-elli kolajen heliksinde tipik bir zincir



I.Molekül

II.Atom

III.Nötron

IV.Proton

V.Kuarklar



Belli atomların belli sıralarda ve belli bağlarla birbirlerine bağlanmaları, onları proteinler gibi özel işlevleri olan mucize moleküllere dönüştürür. Yanda bir molekülü oluşturan atomların iç yapıları görülmektedir.



     Yukarıda sayılanlar, binlerce protein çeşidinden sadece birkaç tanesine ait özelliklerdir. Siz bu satırları okurken dahi vücudunuzdaki her protein çeşidi yaşamınızı sağlıklı bir şekilde sürdürebilmeniz için aralıksız olarak faaliyet göstermeye devam etmektedir. Baktığınız satırları okuyabilmenizden yemeğinizi yiyebilmenize, vücudunuzun gelişiminden hastalıklara karşı dirençli olmanıza kadar birçok ihtiyacınız hücrelerinizde durmadan çalışan proteinler sayesinde giderilmektedir. Sadece insan vücudunda değil, bitkilerden tüm hayvan türlerine, en basit bakteriye kadar, tüm canlıların yaşamsal faaliyetlerinin tamamı proteinler üzerine kuruludur.

     Belirli sayıda atomun birleşmesinden meydana gelmiş bu mucize moleküller, birbirleriyle kusursuz bir uyum içinde, çok büyük bir akıl ve şuur göstererek, inanılmaz sorumlulukları yerine getirirler. Akıl ve vicdan sahibi her insanın kendisine sorması gereken önemli bir soru vardır: Cansız atomların birleşmesinden meydana gelen şuursuz, bilgi ve beceriden yoksun olması beklenen protein molekülleri nasıl olup da inanılmaz bir akıl, organizasyon yeteneği ve sorumluluk hissi göstererek tüm bu faaliyetleri gerçekleştirebilmektedir? Samimi düşünen her insan, cevabın, sonsuz bir güç ve ilim sahibi olan Allah'ın kusursuz yaratışı olduğunu görecek, en küçüğünden en büyüğüne kadar evrendeki tüm varlıkların Allah'ın kontrolü ve emri altında olduğunu kavrayacaktır. Allah'ın tüm varlıkların hakimi olduğu bir ayette şöyle haber verilir:

     Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. O'nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır.) (Hud Suresi, 56)

11 Şubat 2013 Pazartesi

Mucizenin adı: Güneş sistemi

     Tüm evrende tek canlı hayatı barındıran mavi gezegen... Dünyamızın da içinde bulunduğu kusursuz bir sistem... Tamamen uyum ve hassas dengeler üzerine kurulmuş, Yaratıcımız olan Yüce Allah'ın gücünün sınırsızlığının ve benzersizliğinin delillerinden sadece bir tanesidir...

     Çoban Yıldızı: Venüs

     Güneş'e en yakın 2. gezegendir. Kütlece Dünya'ya yakın bir büyüklüktedir. Ve kendisine ait bir atmosfere sahiptir. Gün doğumunda ve gün batımında Güneş'e yakın olarak, Dünya'dan çıplak gözle rahatlıkla görülebilir. (Halk tarafından Çoban Yıldızı olarak ta bilinir) Güneş ve Ay'dan sonraki en parlak gök cismidir. Venüs'ün diğer gezegenlerden farklı ve ilginç yanları vardır, bunlardan en ilginci, 1 yılının 1 gününden daha uzun olmasıdır. Yani Güneş etrafındaki dönme hızı kendi ekseni etrafındaki dönme hızından daha fazladır. Ayrıca Venüs diğer gezegenlerin tam tersi yönde dönmektedir. Diğer gezegenlerin hepsi saat yönünde dönerken Venüs saatin tersi yönünde ve çok yavaş bir şekilde dönmektedir.

     İlk Sıradaki Gezegen: Merkür

     Merkür Güneş Sistemi'ndeki en küçük ikinci gezegendir ve Güneş'e en yakın olan gezegen olma ünvanını taşır. Güneş'e en yakın gezegen olmasından dolayı gündüz sıcaklığı 427oC'ye kadar ulaşır. Bir atmosferi olmadığı için bu sıcaklığı tutamaz ve geceleri sıcaklığı -173oC'ye kadar iner. Merkür Güneş'e yakın olduğu için gün doğumunda ve gün batımında çıplak gözle Güneş'in yanında parlak bir yıldız gibi gözlemlenebilir.  

     Sistemin Merkezi: Güneş

     Evrendeki sayısız yıldızdan sadece biri olan Güneş, üzerinde yaşadığımız gezegenin de içinde bulunduğu Güneş Sistemi'nin merkezini oluşturur. 4,65 milyar yaşında olduğu tahmin edilen bu dev enerji kaynağının yarıçapı Dünya yarıçapının 100 katıdır. Güneş, ekseni etrafındaki dönüşünü yaklaşık 27 günde tamamlar. Güneş'in merkez sıcaklığı 10 milyon derece, dış sıcaklığı ise 5700 Kelvin’dir.

     Güneş yüzeyi tabakalardan oluşmuştur. Bu tabakalara çekirdekten yüzeye doğru sırasıyla fotosfer, kromosfer ve korona isimleri verilmiştir.



     Mavi Gezegenin Uydusu: Ay

     Dünyanın tek uydusu olan Ay Dünya'daki herhangi bir noktaya göre Ay'ın Güneş'le aynı hizaya iki kez gelişi arasında 29,53059 gün vardır buna ise "sinodal periyot" denir. Ay takvimi sinodal peryoda göre düzenlenmiştir. Ay'ın safhaları yaklaşık 19 yılda bir aynı güne denk gelir. Ay'ın oluşumu henüz tam bir cevap bulamamıştır. Güneş Sistemi ve Dünyanın oluşumu hakkında birçok teori öne sürülmüş olmasına rağmen Ay'ın oluşumu ile ilgili gerçekçi bir teori yoktur.

     En Büyük Gezegen: Jüpiter

     Jüpiter, sistemin beşinci ve en büyük gezegenidir. Kütlesi bütün diğer gezegenlerin toplamından iki kat fazladır. 1.9 x 1027 kg kütlesi ve 142.800 kilometre ekvator çevresiyle dev bir gezegendir. Zaman zaman Mars'ın parlaklığı Jüpiter’i geçse de, Güneş, Ay ve Venüs'den sonra gökyüzünün 4. en parlak cismidir.

     Jüpiter Güneş'ten aldığı enerjini yaklaşık olarak 2.5 katını çevresine yaymaktadır bunun nedenini gezegendeki gravitasyonel çökmenin hala sürmesi olarak tahmin edilmektedir. Jüpiter'in çevresinde 6500 km genişliğinde ve birkaç km kalınlığında bir halkası bulunmaktadır. Bu dev gezegen çok büyük bir manyetik alana sahiptir. Bu alan sayesinde bilinen 39 uydusu bulunmaktadır.

     Satürn

     Güneş Sistemi'nin ikinci büyük gezegeni olan Satürn'ün yarı çapı 60.400 km.dir ve 1.433.000.000 km'lik mesafe ile Güneş'e yakınlıkta 6. sıradadır. Gezegen teleskopla incelendiğinde yeşilimsi bir renkte görünür ve çıplak gözle görülebilen en uzak gezegendir. Güneş'e olan uzaklığı nedeni ile yüzey sıcaklığı yaklaşık olarak -150oC’dir.

     Gezegenin çevresindeki halkalar yıllarca bir sır olarak kalmış ve gezegene insanların büyük ilgi göstermesine neden olmuştur.

     Sır Gezegen: Uranüs

     Uranüs, Güneş'e yakınlık sırasında 7. gezegendir. Güneş'e olan uzaklığı nedeni ile hakkında pek fazla bilgi bulunmamaktır. Gezegenin yapısı ve atmosferi hakkındaki bilgiler çoğunlukla tahminlere ve 1986 yılında gezegenin yakınlarından geçen Voyager 2 sondasından alınan bilgilere dayanmaktadır. Bu bilgiler ışığında; gezegenin, hidrojen bakımından zengin, metan ve helyum içeren çok yoğun bir atmosfere sahip olduğu, yüzey sıcaklığının -221oC civarlarında olduğu, Dünya'nınkinden daha büyük bir magnetik alana sahip olduğu ve kayalık bir çekirdeğinin bulunduğu gibi tahminler ileri sürülmektedir.

     Kızıl Gezegen: Mars

     Mars, Güneş'e yakınlık bakımından dördüncü gezegendir. Gökyüzünde kırmızı renkte görünür ve kendisine ait bir atmosferi vardır. Büyüklük olarak yaklaşık Dünya'nın yarısı kadardır. Gündüz ekvator sıcaklığı 10oC civarlarına ulaşır, fakat atmosferi bu sıcaklığı tutabilmesi için yeterli olmadığından, geceleri sıcaklığı -75oC'ye kadar düşer. Mars günü Dünya gününden yalnızca yarım saat daha fazladır fakat Dünya'ya göre Güneş'e daha uzak olduğu için bir yılı 687 gündür.

     Neptün ve Plüton

     Güneşe en uzak gezegenler olan bu iki gezegenin keşfi tamamen matematiksel hesaplara dayanır. Neptün ve sistemin en küçük gezegeni Plüton haklarında en az bilgi bulunan gezegenlerdir...


    Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah'tır. Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten, Güneş''e, Ay'a ve yıldızlara kendi buyruğuyla baş eğdirendir. Haberiniz olsun, yaratmak da, emir de (yalnızca) O'nundur. Alemlerin Rabbi olan Allah ne Yücedir. (Araf Suresi, 54)