21 Nisan 2013 Pazar

Arıların Yaratılış Özellikleri Tıbba İlham Kaynağı Oluyor


Arı Gözü Körlük Tedavisine İlham Kaynağı Oluyor

     Arıların gözlerinde 3000 ila 4000 küçük lens bulunur. Her lens içinde birden fazla alıcı vardır. Ortadaki lens yan alıcılardan daha geniştir. Dolayısıyla arılar, tam önlerini daha iyi görürler. Bir mikron büyüklüğündeki bu küçük alıcılar, son derece özel optik oluşumlardır. Çünkü arı gözleri UV ışınına duyarlıdır ve görünür ışığın polarizasyonunu algılayabilir.

    Arıların gözlerinin polarize ışığı algılaması, yönlerini bulmaları için de çok özel bir iletişim sistemi geliştirmelerini sağlamıştır. Yönlerini polarize ışığa göre bulan arılar, besin kaynağını bulduktan sonra kovana dönüp diğer arılara besin kaynağının uzaklığını ve yönünü bildirmek için özel bir görsel kod (dans) kullanırlar. Bu iletişim arıların çok mükemmel bir görsel süreç ve algılama sistemine sahip olduğunu ortaya koymuştur.

     California Üniversitesi’nden bilim adamları arı gözünün bu özelliklerini taklit ederek, yapay bir göz yapmışlardır. 8500’den fazla altıgen lensten oluşan bu gözü bir iğne ucuna sığdırmayı başarmışlardır. Araştırmacılar bu çalışma ile yapay retinalar gerçekleştirerek körlere yardımcı olan tedaviler geliştirmeyi hedeflemektedirler.


Arı Zehri Hipertansiyon Tedavisinde Kullanılabilir

     Araştırmacılar bal arılarının sıvı zehrinin hipertansiyon üzerindeki etkisini incelemiş ve iyon kanallarının kalp atışını kontrol eden kısımlarında ve böbreklerin tuzu geri dönüştürmesi üzerinde çalışmışlardır. Zehir, kalp krizini önlemeye yönelik damarları tıkayan yabancı maddelerin oluşumunu ortadan kaldırmıştır.

Arılar, Diyabetik ve Metabolik Rahatsızlıklara Işık Tutmaktadır

     Arıların tat alma organları, ağız boşluklarında ve hortumlarında bulunur. Arılar tatlıyı, acıyı, ekşiyi ve tuzluyu ayırt edebilirler. Bal toplayan arılar için bunlardan en önemlisi tatlılıktır. Arılar özellikle şekerin kendilerine gerekli olan cinslerini çok iyi ayırt ederler. Burada arılarla insanlar arasında şöyle bir karşılaştırma yapılabilir. İnsanlar besin değeri olmayan tatlandırıcı maddeler ile şeker arasındaki farkı çok iyi anlayamayabilirler. Oysa arıları tatlandırıcı maddelerle kandırmak mümkün değildir. Bir arı gerçek şeker ile tatlandırıcı maddeler arasındaki farkı hemen anlayacak ve tatlandırıcılı sudan besin almayacaktır. Bu hassas tat alma sistemi arılar açısından çok önemli bir özelliktir. Çünkü arı topladığı nektarı kullanarak bal üretir. Dolayısıyla kokunun ve şekerin hatalı algılanması balın ya hiç oluşmamasına veya sağlıksız olmasına sebep olacaktır. Bal arılarının bu özelliği, bilim adamlarına beslenmenin metabolizma ile olan ilişkisini ve bu metabolik aktivitelerin nasıl kontrol edileceğini anlamalarına yardımcı olmuştur. Arizona Eyalet Üniversitesi’ndeki bilim adamları bal arılarının tat alma duyusu ile metabolik bozukluklar arasındaki bazı basit ilişkileri gösterebileceğini keşfetmişler ve bal arılarının genetiğini test ederek şeker hastaları, diyabet hastaları ve karbonhidrat metabolizması arasındaki ilişkiyi bulmuşlardır.

Balın Tıp Alanına Katkıları

     Balın ana malzemesi, arıların çiçeklerden ve meyve tomurcuklarından topladıkları nektarlardır. Arılar nektarı bala çevirirler. Polenlerin ise bal yapımında bir etkisi bulunmaz, arılar tarafından sadece protein ihtiyaçlarını gidermek için kullanılır.

     Balın hiç şüphesiz ilk akla gelen özelliği tatlı olmasıdır. Bunun sebebi balın içindeki üzüm şekeri (% 34), sakroz (% 2) ve levulose (meyve şekeri % 40) adı verilen üç şekerdir. Bundan başka balın % 17’si su, geri kalan % 7’lik bölümü ise demir, sodyum, sülfür, magnezyum, fosfor, polen, manganez, alüminyum, gümüş, albümin, dekstrin, nitrojen, protein ve asitlerden oluşur. Balın kalitesini belirleyen, bu % 7’lik karışımdır. Balı bildiğimiz şekerden ayıran çok önemli bir fark vardır. Şeker ancak sindirim sisteminde değişime uğradıktan sonra kana karışırken, bal sindirime gerek olmadan çok süratli bir şekilde kana karışır. Çünkü içerdiği meyve şekeri ve üzüm şekeri, ilk başta oranı oldukça fazla olan sakrozun ters-yüz olmasıyla meydana gelir. Bu yüzden bu şekerlere “basit şekerler” denir. Kısacası bal insan vücudunun en yüksek derecede ve en hızlı şekilde faydalanacağı şekilde yaratılmış bir gıdadır. Ilık su ile karıştırılan balın birkaç dakika içinde vücuda enerji verdiği tespit edilmiştir. Allah Kuran’da balı insanlar için şifa kaynağı olarak yarattığını şöyle bildirmiştir:

     “Rabbin balarısına vahyetti: Dağlarda, ağaçlarda ve onların kurdukları çardaklarda kendine evler edin. Sonra meyvelerin tümünden ye, böylece Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarda yürü-uç. Onların karınlarından türlü renklerde şerbetler çıkar, onda insanlar için bir şifa vardır. Şüphesiz düşünen bir topluluk için gerçekten bunda bir ayet vardır.” (Nahl Suresi, 68-69)

     Balın diğer şifa veren özellikleri şöyle sıralanabilir:

     Balın güçlü bir antibiyotik etkisi vardır.
     Bal, içinde bakteri barındırmaz. Aynı zamanda bakterileri yok etmek için de kullanılır. Örneğin antibiyotiklere karşı dirençli olduğu bilinen MRSA bakterisinin bala karşı koyamadığı tespit edilmiştir. Dr. W. Sackett bal sayesinde tifo mikroplarını 48 saat içinde yok etmiştir. Dizanteri mikropları 10 saat içinde ölmüştür.

     Araştırmacılar balın anti bakteriyel etkisinin, moleküler temelini keşfetmişlerdir.
     Balarılarının bağışıklık sisteminin bir parçası olan ve arılar tarafından da bala eklenen defensin-1 proteinini incelemişler ve balın anti bakteriyel özelliklerinin büyük çoğunluğunun bu proteinden geldiği sonucuna varmışlardır. Araştırmacılar baldan izole ettikleri bu bileşiğin yanık ve deri enfeksiyonlarının tedavisinde, antibiyotiğe dirençli enfeksiyonlarla mücadele edebilecek yeni ilaçların geliştirilmesinde kullanılabileceğini ve böylece bakteri enfeksiyonlarından kaynaklanan sıkıntıların sonlanabileceğini düşünmektedirler.

      Bal diş eti hastalıklarının tedavisinde etkilidir
     Yeni Zellanda Waikata Üniversitesi Biyokimya uzmanı Başkanı Doç. Dr.Peter Molan diş çürüğünden sorumlu bakterilerden Streptococcus mitis, Streptococcus Sabrinus ve Lactobacillus casii’nin ürettikleri asit miktarını balın önemli ölçüde azalttığını belirtmiştir. Bu durumun balın dental plaktaki dextran üretimini engellediği ve baldaki bir enzimin Hidrojen Peroksit ürettiği görülmüştür. Hidrojen Peroksit balın anti bakteriyel etkisini arttırdığı için diş eti enfeksiyonlarının tedavisinde balın bu etkisinden faydalanılabileceği bildirilmiştir. Enfeksiyon engelleyici etkisi nedeniyle şişliği ve ağrıyı azaltan özelliği ile balın yaraları iyileştirme konusunda mükemmel bir sonuç verdiği saptanmıştır.

     Bazı kanser türlerinde kanser hücrelerinin ve tümörün büyümesini durdurduğu tespit edilmiştir
    Propolis, arılar tarafından değişik bitki tomurcuklarından yaprak ve gövdelerinden toplanıp biriktirilen reçinemsi bir maddedir. Arılar kovanı dış etkenlerden, mikroorganizmalardan ve diğer zararlılardan korumak için üzerini propolisle kaplarlar. Bu madde yüzyıllardır doğal bir ilaç olarak kullanılır. Fakat bileşik hücreler üzerindeki etkisi tam olarak bilinmiyordu. Bu konudaki bilinmezlik Chicago Tıp Üniversitesi’nin, kobaylar üzerinde yaptığı araştırmayla çözülmüş ve propolisin, prostat hücre çoğalmasını yavaşlattığı bu şekilde prostat kanserinin tedavisine vesile olabileceği tespit edilmiştir.



Evrimcilerin Bir Açmazı Daha: Renkli Gören Arı Gözü

     Arılar en iyi mavi rengi seçerler ama insanların gördükleri diğer renkleri de algılarlar. Burada evrimciler yine bir açmaz ile karşı karşıya kalırlar. Çünkü onların hayali evrim basamaklarında atlar ve köpekler, daha üst basamaklarda yer almalarına rağmen gri tonlarda bir görüntü algılar ve renkleri seçemezken alt basamaklarda yer alan arıların renkli görmesi açıklanamaz. Renkli görmek, üstün bir özelliktir. Bu özelliğin evrimin üst basamaklarında yer alan bazı canlılarda kaybolması ve tekrar insanda ortaya çıkması aşamalı gelişim iddialarına ters düşmektedir. Oysa Yüce Allah her canlıya kendi ihtiyacına yönelik özellikler bahşetmiştir. Arılar da, çiçeklerin yerlerini belirlemeleri ve beslenebilmeleri için renkli görme özelliğine sahip olarak yaratılmışlardır. Sonsuz güç sahibi olan Allah’ın ilmi bir ayette şöyle haber verilmiştir:

      “Sizin İlahınız yalnızca Allah’tır ki, O’nun dışında ilah yoktur. O, ilim bakımından herşeyi kuşatmıştır.” (Taha Suresi, 98)

Arılar da Tüm Canlılar Gibi Tüm Özellikleriyle Bir Anda Yaratılmışlardır

      Bir arının yaşamını devam ettirebilmesi için şu anda sahip olduğu özelliklerin tümünün aynı anda var olması zorunludur. Kovanı savunmak için gerekli olan zehirli iğneler, nektarı çiçeklerden toplamak için kullandıkları uzun dil, çiçek tozlarının vücutlarına yapışmasını sağlayan tüyler, bacaklarına monte edilmiş fırça benzeri tüyler ve daha pek çok yapı, arılar ilk ortaya çıktıklarından beri mevcuttur. Bundan başka arılarda evrimcilerin içgüdü olarak nitelendirdikleri davranışların da ilk ortaya çıktıkları anda var olması gereklidir. Bir arı, larvaları nasıl besleyeceğini, kraliçeye nasıl bir ihtimam göstermesi gerektiğini, petekleri hangi açı ile yaparsa balın rahatlıkla depolanabileceğini, balmumundan nasıl tasarruf yapacağını, kovanı nasıl koruyacağını, propolisi nasıl toplayacağını, yiyeceğin yerini diğerlerine nasıl bildireceğini doğduğu anda bilmek zorundadır. Kısacası arıların sahip oldukları tüm yeteneklerin ilk ortaya çıktıkları anda var olması gereklidir. Rabbimiz’in göklerde ve yerde herşeyin tek sahibi olduğu Kuran’da şöyle bildirilmiştir:

      “(Yine) Bilmez misin ki, gerçekten göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Sizin Allah’tan başka veliniz ve yardımcınız yoktur.” (Bakara Suresi, 107)


     Arılar da yeryüzündeki diğer canlılar gibi Allah’ın ilhamıyla hareket ederler. Evrendeki tüm canlılar, atlar, kuşlar, böcekler, ağaçlar, çiçekler, kaplanlar, filler Allah’a boyun eğmiştir. Yaptıkları her hareketi Allah’ın ilhamıyla yapmaktadırlar. Allah Hud Suresi’nde canlılar üzerindeki hakimiyetini bize şöyle bildirmektedir:

      “...O’nun alnından yakalayıp denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerindedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır).” (Hud Suresi, 56)

6 Nisan 2013 Cumartesi

Alglerin Canlılar İle Ortak Yaşamı


     Özel alg grupları içerdikleri pigment türü, hücre duvarları ve hareketliliklerine göre birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Algler, klorofil içeren yeşil veya mavi-yeşil renkte ya da kahverengi ve kırmızı olabilmektedirler. Kahverengi ve kırmızı olanlar yalnızca klorofil içermez, ayrıca yeşil rengi gizleyen karoten gibi pigmentleri de içerirler. Algler ince ve katı bir hücre zarına sahiptirler. Bazı algler flagella adı verilen tüycüklerle hareket ederler. Hücrenin içinde kompleks bir çekirdek bulunmaktadır. Klorofil ise fotosentezin ışık reaksiyonlarını gerçekleştiren özel bir zar ile çevrilmiş, yani korunmuş durumdadır.

     Algler Denizanalarına Yaşam Sağlar

     Denizanaları normal şartlarda küçük balıklarla beslenirler. Ancak verimsiz denizlerde besin kaynaklarını sadece algler oluşturur. Denizanaları, bu canlıları bir besin deposu olarak kullanmak üzere bünyelerinde barındırırlar.

     Bazı bölgelerde denizler veya denizin bir bölümünün meydana getirdiği su birikintileri, besin yönünden oldukça fakirdir. Tıpkı mercanlar gibi böyle bölgelerde yaşayan denizanaları da ihtiyaç duydukları besini adeta nereden bulacaklarını bilir gibi, hemen bünyelerine alacakları bir alg ararlar. Denizanaları normal şartlarda bulundukları sularda dokungaçları sayesinde küçük balıkları ve diğer hayvanları yakalayarak beslenen canlılardır. Ancak verimsiz denizlerde bu olanaklar yoktur. Bu nedenle alglerle ortak bir yaşam içine girerler. Dokungaçları sayesinde algleri bulur ve bunları sindirmeden bedenlerinin içine alırlar.

     Gerekli enerjiyi alabilmek için denizanaları, sabah erkenden güneş enerjisini en fazla alan bölgede suyun yüzeyine çarpan ışığa doğru yönelirler. Güneş gökyüzünde doğudan batıya doğru hareket ettikçe denizanaları bu hareketi izlerler ve güneşin yöneldiği yöne doğru dizilirler. Bu büyük topluluk suyun altında 700 cm.’ye kadar derinliğe uzanan dikey bir duvar meydana getirir. Bu dikey duvar, güneş ışığının suya vurduğu alanda oluşur. Eğer karanlık sular içinde ağaçların arasından sızan bir güneş ışığı çizgisi meydana gelirse, denizanaları bu fırsatı da kaçırmazlar ve güneş ışığının oluşturduğu bu hat boyunca “her biri güneş ışığını görecek şekilde” sıralanırlar. Kısacası güneş ne tarafta ise, denizanaları o bölgededir.

     Amaç sadece kendilerini besleyen fotosentetik canlılara gerekli olan enerjiyi sağlayabilmektir. Aynı bölgede  güneş almayan karanlık sularda ise denizanalarından eser yoktur. Güneş iyice battığında denizanaları bulundukları su kütlesinin merkezine gelirler. Karanlık bastığında ise algleri, kendi ürettikleri veya suyun içinde bulunan nitratlarla beslerler.

     Bu olağanüstü ve tümüyle akılcı olan işlemleri yapabilmek için denizanaları özel bir sisteme de sahiptirler. Bu canlılar, yüksek ve alçak yoğunluktaki ışığı ayırt edici duyu organları ile donatılmışlardır. Bu, onların su içinde “daha parlak ışığa” olan günlük göçlerini sağlayan en önemli unsurdur. Bir denizanasının “ışığa duyarlı” hassas bir sisteme sahip olması ve bunun “muhtemel” gerçekleştireceği simbiyotik bir ilişki için fayda sağlaması, kuşkusuz ki öylesine okuyup geçilecek bir konu değildir. Denizanaları öncelikle kendilerine besin sağlayacak canlıyı tanımaktadırlar. Bu son derece önemlidir, çünkü denizanası hiçbir zaman yanlışlıkla suyun içinde bulunan bir başka organizmayı veya farklı türde bir algi bünyesine almaz. Kendisine hangi canlının fayda getireceğini adeta bilir. Denizanasının gözleri yoktur, beyni de yoktur. Oldukça büyük bir bölümü sudan oluşmaktadır. Dokungaçlarıyla hissettiği ise sadece tek bir hücredir. Hissettiği bu canlıda bir kloroplastın varlığını fark etmesi gerekmektedir. Onu etraftaki artıklar veya kimyasallarla beslemek yerine, doğruca güneşe götürmesi, içine aldığı hücrenin neyle beslendiği bilgisine sahip olduğunu gösterir. İnsanların bile henüz 19. yüzyılda keşfedebildiği alglerin özelliklerini, denizanalarının milyonlarca yıldır biliyor ve kendi faydalarına kullanıyor olmaları mükemmel bir düzenin varlığını, Yüce Rabbimiz Allah’ın üstün sanatını göstermektedir.


     Algler Deniz Salyangozları İçin Koruma Sağlarlar

     Mercanlarla beslenen deniz salyangozları, mercanı sindirirken, üzerindeki algi ayırarak onu canlı tutar. Alg sayesinde rengi değişir ve avcılar tarafından tanınması zorlaşır.

     Denizde yaşayan kabuksuz deniz salyangozları, mercanların ve benzer diğer organizmaların üzerlerinde yaşarlar. Bu canlılar kabuklarının olmaması sebebi ile balıklara karşı çok az bir korunmaya sahiptirler. Ancak bu savunmasız görünümlerine karşın düşmanlarından çok özel bir yöntemle korunurlar. Deniz salyangozları, üzerinde yaşadıkları mercanların rengini aldıklarından fark edilemezler. Bu canlıların mercanlarla aynı renkte olmalarının sebebi alglerdir.

     Mercanlarla beslenen bu canlılar, mercanı sindirirken onun dokusunda bulunan algi ayırır ve onu canlı tutarlar. Sümüklüböcek bunu yapabilecek özel bir mekanizmaya sahiptir. Bedenine aldığı algi karnından dış yüzeyinde bulunan dokungaçlarının içine doğru hareket ettirir ve orada canlı olarak kalmasını sağlar. Bu yöntemle savunmasız olan kabuksuz deniz salgyangozu mükemmel bir kamuflaj sağlamış olur. Sümüklüböceğin, bünyesine aldığı alg sayesinde artık rengi değişmiş ve çevredeki avcılar tarafından tanınması güçleşmiştir. Ancak bu noktada sorulması gereken sorular vardır:


  •       Acaba bir sümüklüböcek “renk” görebilir mi?
  •       Mercanın renginden haberdar mıdır ve onun rengini aldığında düşmanları tarafından fark edilemeyeceğini düşünebilir mi?
  •        Mercanlara renklerini veren canlıların algler olduğunu nasıl bilebilir ve yediği besin içinden algi ayrıştırması gerektiğini nasıl anlar?
  •       Bu canlıyı vücudunda nasıl canlı tutabilir ve dokungaçlarına kadar nasıl hareket ettirir?


     Bu korunmayı sağlamak için öncelikle tehlikeden nasıl bir yöntemle kaçabileceğini hesap etmesi, daha sonra mercanın içindeki renkli maddenin kaynağını araştırması, bunun kendi içinde sindirilmesini engelleyecek enzimler üretmesi ve bunu dokungaçlarına kadar taşıyacak bir mekanizma meydana getirmesi gerekmektedir. Bu saydıklarımız son derece detaylı ve bilimsel işlemlerdir. İnsanın uzun araştırmalar yapmasını ve çalışmasını gerektiren bu işlemler, kendinden ve çevresindeki diğer yaşamdan habersiz bir deniz canlısı tarafından kolaylıkla, yaşadığı “her an” ve türünün tüm bireyleri tarafından gerçekleştirilmektedir. İnsanın başaramadığı bütün bu mucizevi işlemleri bu küçük canlı keşfetmiştir ve yaptığı işleri kusursuzca başarır. Başarır, çünkü varlığı ile Allah’ın mutlak varlığının delillerinden biridir. Allah’ı tanıyıp takdir eden insanların Allah’a olan yakınlıklarını arttırmaktadır. Allah’ın varlığını insanlardan gizlemeye çalışarak tesadüfleri ilahlaştıran Darwinizm için ise büyük bir darbedir.


     Flamingolar da Renklerini Yedikleri Alglerden Alırlar

     Pembe renkleri ile görmeye alıştığımız flamingolar da aslında renklerini özel bir kaynaktan alırlar. Bunlar alglerdir. Flamingoların yedikleri algler onların kendine has renklere sahip olmalarını sağlamaktadır. Kuşun vücuduna giren algler, hayvanın her yanına yayılarak tüylerini de renklendirirler.

     Büyük Deniz Taraklarının da Beslenmesine Yardımcı Olurlar

     Küçük bir alg türü olan zooxanthellae yalnızca diğer hayvanların bedenlerinde yaşayabilen bir mikroorganizmadır. Deniz taraklarının bedenini de kendisine en emin yer olarak kabul eder. Büyük deniz tarakları bu canlılara barınacakları rahat bir ortam sağlar, bu küçük yeşil canlıları düşmanlara karşı korur. Bunun yanı sıra ortak yaşadığı bu canlı için karbondioksit, nitrojen ve fosfor gibi besinleri sağlar. Elbette bütün bunların karşılığında zooxanthellae tarafından hazırlanan maddeler de deniztaraklarının başlıca besin maddesini oluşturmaktadır.

      Algler, gerçekleştirdikleri kimyasal işlemler sayesinde, yeryüzündeki enerji dönüşümlerinin ve ısı sabitliğinin en önemli sebeplerindendirler. Sahip oldukları yetenekler, Allah’ın bu canlılarda sergilediği ve insanlara sunduğu güzelliklerdendir.

     Algler Tüm Canlılar Gibi Yaratılışın Delilidir

     Evrim teorisini savunanlar algler hakkında çeşitli senaryolar üretmişlerdir. Bunların içinde en çok kabul gören hikayeye göre, alg ilkel bir yaşam formudur ve evrimleşerek bitkilerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. “Eski ve küçük olan ilkeldir” şeklinde özetleyebileceğimiz bilimdışı olan evrimci saplantı burada da kendini göstermiştir. Evrimcilerin ilkel olarak nitelendirdikleri bakteriler ve virüsler, hayret verici özelliklere ve kompleks mekanizmalara sahiptirler. Bu durum, dünyada yaşamın devam etmesi için hayati görevler yüklenmiş olan alg için de geçerlidir. Bu aşamada, evrimci senaryolarda nedense üstü kapalı geçilen veya hiç değinilmeyen sorular gündeme gelmektedir.

     Evrim teorisini savunanların somut olarak açıklamaları gereken temel sorular vardır. Bilimsel araştırmalara göre, algler bundan yaklaşık 3,5 milyar yıl önce Güney Afrika’daki kayalarda, günümüzde sahip olduğu şekilde, aniden ortaya çıkmaktadırlar. Aynı dönemde aniden ortaya çıkan bakteriler gibi algler de, günümüzde sahip oldukları özellikleri taşımaktadırlar. Bu canlıların atası olarak öne sürülebilecek ilkel bir varlık asla var olmamıştır. İncelediğimiz bu canlıların milyarlarca yıl geçtiği halde aynı şekilde ve özelliklerde günümüze kadar gelmiş olmaları, bütün bu zaman boyunca da hiç evrim geçirmediklerinin delilidir.

     Yeryüzünün oksijen ve aynı zamanda besin kaynağı olan algler, denizdeki en küçük canlıdan kara üzerinde yaşayan en büyük hayvana, hatta insana kadar tüm varlıklara çeşitli şekillerde fayda getiren üstün bir yaratılış harikasıdır. Sadece kendi hayatını devam ettirmekle kalmaz, başka canlıların bedenlerine girip onlara da fayda sağlar. İşte bütün bunlar, Allah’ın mutlak varlığını görmek isteyenler için büyük ve benzersiz delillerdir. Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

     “De ki: “Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” De ki: “Allah’tır.” De ki: “Öyleyse, O’nu bırakıp kendilerine bile yarar da, zarar da sağlamaya güç yetiremeyen birtakım veliler mi (tanrılar) edindiniz?” De ki: “Hiç görmeyen (a’ma) ile gören (basiret sahibi) eşit olabilir mi? Veya karanlıklarla nur eşit olabilir mi?” Yoksa Allah’a, O’nun yaratması gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma, kendilerince birbirine mi benzeşti? De ki: “Allah, herşeyin Yaratıcısıdır ve O, tektir, kahredici olandır.”” (Ra’d Suresi, 16)

     Alglerin büyük bir bölümü dimetilsülfit (DMS) adı verilen bir gaz üretir. Bu gaz, denizin hemen üstündeki havada oksijenle reaksiyona girerek katı taneciklere dönüşür. Böylelikle bulutlar meydana gelir. Başka bir deyişle algler kendi bulundukları bölgelerde bulutların oluşumundan da sorumludurlar. Bu bulutlar da güneşten gelen radyasyonu geri yansıtarak gezegenimizi olması gerekenden daha soğuk, yani şimdiki ısısında tutar.