30 Kasım 2012 Cuma

Madde Ruhun Yorumudur


MADDE2
Evrim taraftarları, Darwin zamanında açıklamasız olan bilinç konusuna Darwin’den sonra çeşitli şekillerde açıklama getirmeye çalıştılar. Hayali ilkel insanların birbirleri ile iletişim kurmaya, avlanmaya ve alet yapmaya başlayarak beynin evrimini sağladıklarını iddia ettiler. Beynin hayali gelişimi ile birlikte dilin evrimleştiğini, konuşma becerisinin beraberinde bilincin meydana geldiğini ve bu şekilde insanı diğer hayvanlardan ayıran en önemli farkın ortaya çıktığını savundular. Bu iddiaların hiçbiri bilimsel bir dayanak bulamadı. Fosil kayıtları bunların herhangi birine delil oluşturabilecek tek bir bulgu bile vermedi. Dil ve bilinç üzerine yapılan bilimsel çalışmalar ve deneyler, böylesine bir gelişimin tesadüfen gerçekleşmesine dair tüm olasılıkları ortadan kaldırdı. Darwinistlerin ellerinde sadece iddiaları vardı. Bu iddialar, tüm evrimci kitaplarda az-çok benzer şekilde, müthiş bir senaryo dahilinde anlatılıyor ama hiçbir evrimci kaynak buna bilimsel bir delil sunamıyordu. Bu içler acısı durumun tek bir açıklaması vardır: Çünkü böyle bir evrim yaşanmamıştır.
Darwinistlerin, İnsan Bilincinin Sözde Evrimini “Bilimsel Cümlelerle” Süslemeye Çalışmaları Boş Bir Çabadır
Darwinistler “ortaya çıkma olgusu” adında bir faktörün bilincin evriminde etkili olduğunu savundular. Darwinistlere göre, bir rastlantı, hiç beklenmeyen bir başka şeyin ortaya çıkışına yol açabilirdi. Bunun klasik bilimsel örneğinin ise “su” olduğunu iddia ettiler. Buna göre, oksijen ve hidrojen kendi başlarına suya benzer bir özellik taşımamakta, ancak belli bir oranda birleştiklerinde ortaya çıkan su molekülleri önceden tahmin edilemeyen çeşitli özellikler ortaya koymaktadır. Evrimciler bu durumu insanın bilinci konusuna uyarladılar ve insan bilincinin kökeninde, beyin kimyasında meydana gelen rastlantısal bir değişimin yattığını iddia ettiler. Hiçbir şekilde test edilemeyen, hiçbir bilimsel kanıta sahip olmayan böyle bir iddiayı, çözümsüz kaldıkları bilinç konusuna uyarlamak, çaresizliklerinin çok açık bir göstergesiydi.
Bu elbette son derece mantıksız ve teknik anlamda imkansız bir aldatmacadır. Çünkü herkes gayet iyi bilir ki, insan bilinci su örneğindeki gibi fizik kurallarına bağlı bir hadise değildir. Bir insanın, bir çileği görünümü, kokusu ve tadı ile gözünün önüne getirebilmesi, aile yakınlarının görüntülerini ve seslerini sanki yanındaymış gibi algılayabilmesi, beynindeki atomların daha önce bilinmeyen bir şeyi ortaya çıkarmak için hareketlenmelerinin bir sonucu değildir elbette. Tüm bunları gerçek gibi algılaması, insanın dileğidir, isteğidir ve o sırada düşündüğü şeydir. Fiziksel niteliği olan atomların farklı şekillerde birleşerek metafizik bir kavram olan “bilinci” ortaya çıkarmaları imkansızdır. Bu yalnızca Darwinistlerin yaşadığı bir hayal, gerçekleşmesini çok istedikleri bir dilektir ama bilinç, evrimin saçma ve delilsiz iddiaları ile kesin olarak açıklanamaz durumdadır.
Darwinistler Ruh Sahibi Olduklarının Bilincinde Değildirler
Modern bilim, insan aklının, materyalistlerin iddia ettikleri gibi beyin hücreleri arasındaki alışverişten kaynaklanmadığını teyit etmiştir. Bir başka deyişle, insan bedeninde, bedenin kendi fonksiyonlarına ait olmayan ve fiziksel bir niteliği bulunmayan bir varlık vardır. Materyalist felsefenin bir ürünü olan ve maddenin mutlak varlığı dışında hiçbir açıklamayı kabul etmeyen evrim teorisi, maddesel varlığı olmayan insan ruhu karşısında tümüyle açıklamasızdır.
Bu noktada bir gerçeği tekrar hatırlatmakta fayda vardır: Evrim teorisinin, canlıların gelişimi ile ilgili olarak kanıtlanmış tek bir iddiası, delillendirilmiş tek bir örneği yoktur. Evrim teorisi, canlı tarihi üzerine yalnızca spekülasyonlara başvurmuş, sahte deliller kullanmış ve canlıların evrimleşmediğini ispat eden bilimsel ve paleontolojik gerçekleri örtbas etmeye çalışmıştır. Bu yolla, geçersizliği anlaşılmış fosil örneklerini propaganda malzemesi yapmış, onları ara geçiş örnekleri olarak göstererek insanları aldatmaya çalışmış ve hatta bu uğurda sahtekarlığa başvurmuştur. Evrimcilerin, canlıların hayali evrimi ile ilgili uçsuz bucaksız senaryoları ve masalları vardır. Ama bunların tek bir tanesi bile bilimsel olarak ispat edilememiştir. Dahası, bilim ve teknoloji, böyle bir evrimin imkansızlığını açıkça ilan etmiştir.
Evrimin içinde bulunduğu bu çıkmazlar arasında bilinç konusunu özel yapan, fiziksel hiçbir delil ile varlığı açıklanamayan bu konu üzerine evrimcilerin bir senaryo dahi geliştirememeleridir. Modern teknoloji ürünü, gelişmiş tarama cihazları, materyalistlerin, beyinde akıl meydana getiren bir bölge veya süreç beklentilerini boşa çıkarmıştır. İnsan aklına maddeci bir açıklama getirilememektedir.
Materyalist bakış açısına sahip olan kişilerin bu arayışlarının nedeni bilinci gerçek anlamda kavrayamamalarıdır. Bu gibi insanlar ruh sahibi olduklarını, bir şuurla hareket ettiklerini anlayamamaktadırlar. Darwinizm’i savunmalarının tek sebebi budur. Eğer bilinç gibi olağanüstü bir varlığın farkında olsalar, bir ruh taşıdıklarını anlasalar, Darwinist olmaları imkansızdır. Bu tümüyle metafizik bir gerçektir.
Darwinistler Şuurun Varlığını Gerçekten Hissetselerdi Ruhun Evrimleştiğini Asla İddia Edemezlerdi
Darwinistler, indirgenemez komplekslikteki bir insan gözünün tesadüfen evrimleştiğini ve ışığı algılama yani “görme” özelliğine tesadüfen sahip olduğunu iddia etmektedirler. Renkleri gören, çevresindekileri algılayabilen, bunlar hakkında yorum yapabilen insanı söz konusu tesadüflerin, hücresel etkileşimlerin bir sonucu olarak görmektedirler. Gözdeki hücrelerin dışarıdaki ışığı yakaladığını ve bizlere renkli bir dünyanın sunulması için bu mekanizmanın ve beynin varlığının yeterli olduğunu iddia etmektedirler. Ama bu hücrenin bir görüntüyü fark edip bunu algılayabilmek için açılıp kapanması, bir şuurla karar vermesi, kısacası ruhun emrine uyarak hareket etmesi gibi bir olağanüstülüğü kavrayamazlar.
Hiçbir Darwinist, kendisinde var olan şuuru hissetmez. Bunu hissederek Darwinizm’i savunması imkansızdır. Kendisindeki şuuru hissederek, sadece bir hücre yığınından ibaret olduğunu, bakteriden türeyip bu hale kadar geldiğini, sahip olduğu ve algıladığı her varlığın şuursuz tesadüflerin eseri olduğunu iddia etmesi imkansızdır. Normal şuur ve vicdanla bunu iddia etmesi mümkün olamaz. Darwinistler, içlerinde gören, düşünen, akleden, yorum yapan, seven, sevinen, üzülen bir varlık olduğunun farkına varamamaktadırlar. Farkına vardıkları anda, maddeyi ilahlaştırma düşüncesinden hemen vazgeçeceklerdir.
Bir insanın yeşil rengi görmesi, karşıdan gelen arkadaşını tanıması, onu görmekten dolayı sevinç duyması artık bilimin içine giren bir konu değildir. Fiziğin ötesinde bir gerçektir. Bu, fiziksel veya maddesel hiçbir sebep ve kavram ile açıklanamaz. Kendisinde olan bilinci fark eden bir insan için ise, her şeyin mutlak maddeden ibaret olduğunu iddia edip savunmak imkansızdır. İşte bu nedenle, Darwinistlerin sahip oldukları şey apayrı bir düşünce yapısı, apayrı bir algılama şeklidir. Kuşkusuz doğrusunu Allah bilir.
Allah Kuran’da, böyle insanların, mucize görseler bile inanmayacaklarını şu şekilde haber vermiştir:
“Gerçek şu ki, Biz onlara melekler indirseydik, onlarla ölüler konuşsaydı ve her şeyi karşılarına toplasaydık, -Allah’ın dilediği dışında- yine onlar inanmayacaklardı. Ancak onların çoğu cahillik ediyorlar.” (Enam Suresi, 111)
Normal düşünen bir insan için, kendi içindeki şuuru algılayıp fark eden “ben”i görebilmek, beyninin dışında bir bilince sahip olduğunu anlayabilmek son derece kolaydır. Ama Darwinistler, farklı bir düşünce yapısına sahip olduklarından hem maddenin dışında bir şuurun varlığını, hem de kendilerine ait olan bilinci görememektedirler. Herhangi bir Darwinist üzerinde bunu görmek, bunu gözlemlemek oldukça kolaydır.
Bilinçsiz Olaylar Bilinç Meydana Getiremezler
Evrimcilerin  tesadüflerin, rastgele ve bilinçsizce meydana gelen etkilerin, nasıl bilinç var ettiklerini açıklamaları gerekmektedir. Şuursuz olayların, nasıl şuurdan daha üstün davrandıklarını, nasıl bilinçli bir varlığın yapabileceğinden daha fazla bilinç ortaya koyabildiklerini izah etmeleri gerekmektedir. Eğer iddia ettikleri evrim doğruysa, önce bilimsel deliller getirmeleri, sonra tüm bu mantıksızlıkları açıklığa kavuşturmaları gerekmektedir. Evrimciler, buna bilimsel bir açıklama getirebilmiş değildirler. Bilinçsiz olayların bilinç meydana getirdiği ikilemine bir çözümleri yoktur. Bu konuyla ilgili yazılmış evrimci kitaplarda, binlerce evrimci makalede ve konferansta bunun açıklamasını yapamamışlardır.
Salt maddenin varlığına dair geliştirilmiş olan teori, maddenin dışındaki bu mucize karşısında müthiş bir şok yaşamaktadır. Allah’ın varlığını inkar etmek için ortaya atılmış bu yalan, Allah’ın olağanüstü eseri “bilinç” karşısında yerle bir olmuştur. Allah bir ayetinde şöyle buyurur:
“Gerçek şu ki, onlar hileli-düzenler kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları yerlerinden oynatacak da olsa, Allah Katında onlara hazırlanmış düzen (kötü bir karşılık) vardır.” (İbrahim Suresi, 46)
Farklı işleyen özel bir düşünce sistemi, Darwinistleri maddeye bağımlı yapmakta, bunun dışındaki açıklamaları reddetmelerine sebep olmaktadır. Ancak normal bir bilince, sağlıklı bir düşünce sistemine sahip bir insan, dünyanın bir algılar bütünü olduğunu ve bunu algılayan “ben”in dışarıdaki ışıktan, beyinden, kulaktan, gözden, elektrik sinyallerinden farklı bir şey olduğunu rahatça görebilir. Dışarıdaki ışık, gördüğümüz kırmızı rengin sebebi olabilir ama onun kırmızı olduğunu fark eden, bunu tanıyan, kırmızının ne olduğunu bilen “ben”in bir açıklaması olmalıdır. Normal düşünebilen bir insan, tüm bu algıların ruha ait olduğu sonucunu hemen çıkaracaktır. Çünkü böyle bir insan, kendi sahip olduğu bilincin, “ben” dediği şuurun farkındadır. Böyle bir insan, tüm maddeci açıklamaların mantıksızlığını ve geçersizliğini kolaylıkla görebilir. Darwinizm’in ne büyük bir yanılgı olduğunu hemen fark edebilir.

28 Kasım 2012 Çarşamba

Kelebek Yumurtalarındaki Detay ve Renkler Yumurtalara Nasıl Bir Koruma Sağlar?


kelebek yumurtalari
Yavruların Yumurtadan Çıkış Süresi Kelebek Türlerine Göre Değişir
Birçok kelebekte yumurta dönemi birkaç hafta kadar sürmektedir. Ancak kış mevsimine yakın bırakılan yumurtalar, özellikle ılıman kuşakta bulunan bölgelerde, bir dinlenme safhasından geçerler ve yumurtadan çıkma ilkbaharda gerçekleşebilir. Diğer kelebekler yumurtalarını ilkbaharda bırakırlar ve yaz mevsiminde yumurtadan çıkarlar. Bu kelebek türleri arasında Mourning Cloak ve Büyük ve Küçük Kamplumbağa kabuğu kelebekleri gibi kuzey türleri sayılabilir. Kelebeklerin renkli ve farklı desenlere sahip yumurtaları Allah’ın benzersiz renk ve estetik sanatının birer tecellisidir. Yumurtadaki simetrik özellikler de tesadüflerle oluşamayacak mükemmelliktedir.
Rabbimiz Kelebek Türlerinin Yumurtalarında Mükemmel Bir Çeşitlilik ve Estetik Yaratmıştır
  • Julia Heliconian Kelebeği Yumurtası (Dryas iulia)
Passiflora bitkisinin filizine yerleştirilmiş olan Julia heliconian kelebeği yumurtası aç karıncalardan ancak bu şekilde korunabilir. Bu tür, yumurtalarını özellikle bitkilerin kıvrılmış asmalarına yerleştirir. Hiçbir canlı böyle bir işlemi kendi kendine ya da tesadüfen akledemez. Elbette ki kelebeğe kamuflaj yeteneğini veren, üstün akıl ve bilgi sahibi olan Allah’tır.
  • Baykuş Kelebeği Yumurtası (Caligo memnon)
Baykuş kelebeği yumurtasının mozaik deseni bir iniş rampasına benzer. Tam merkezinde mikrofil adı verilen, spermlerin yumurtaya giriş yaptığı ufak bir ağız vardır. Baykuş kelebeği yumurtasındaki bu detay üstün güç sahibi Allah’a aittir. Allah her canlıya ihtiyacı olan özellikleri verendir. 
  • Mavi Morpho Kelebeği Yumurtası (Morpho peleides)
Morpho kelebeklerinin yumurtalarında görülen kırmızı bant döllenmeyi takip eden bir kimyasal reaksiyonun sinyalini verir. Yumurtanın içinde dünyanın en büyük kelebeklerinden olan ve 12 ile 20 cm kanat uzunluğuna sahip olan mavi morphonun embriyosu bulunur.
  • Adonis Mavi Kelebeği Yumurtası (Lysandra bellargus)
Adonis mavi kelebeği çok seçici olduğu için nadir bulunan bir kelebek türüdür. Yumurtalarını sadece Avrupa’da bulunan çok yıllık bir bitki olan at nalı baklasının üzerine bırakır. Dahası, kolay iniş için, tavşanlar tarafından biçilmiş toprak parçalarını ararlar.
  • Kırmızı Dantel Kelebeği Yumurtası (Cethosia biblis)
Bu kelebeğin yumurtasının üzerindeki dantel deseni izler spermin yumurtaya girdiği mikrofilin yerini belirler. Benzer bir desen kırmızı dantel kelebeğine adını veren pullarla kaplı kanatlarında da bulunmaktadır.
Yumurta yapısındaki desenler ile kelebek kanatlarındaki desenlerin birbirinin aynısı olması bu özel desenlerin tesadüflerle oluşamayacağını göstermektedir. Kuşkusuz bu desenlerin Yaratıcısı göklerin, yerlerin ve ikisi arasındakilerin Rabbi olan Allah’tır. Allah’ın canlılar üzerindeki hakimiyeti Kuran’da şu şekilde bildirilmektedir: 
kelebekyumurtalari2(1)
Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim. O’nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir. (dosdoğru yolda olanı korumaktadır)” (Hud Suresi, 56)
  • Dingy Skipper (Erynnis tages)
Dingy skipper’ın yumurtası gazel boynuzunun üzerine bırakılır. Avrupa ve Asya’nın bazı bölgelerinde bulunan kelebeğin yetişkinleri pek çok kelebek türüne göre daha sade bir görünüme sahiptir. Ancak gri-kahverengi kanatları üzerindeki kahverengi ve küçük beyaz benekler Yüce Allah’ın detay sanatına en güzel örneklerden biridir.
  • Büyük Beyaz Kelebek Yumurtası (Pieris brassicae)
Büyük beyaz kelebek sarı yumurtalarını lahana yapraklarının ve brüksel lahanası filizlerinin yan alt kısımlarındaki yığınlara bırakır.  Bu yumurtalar sonsuz ilmi, sanatı ve aklıyla kusursuzca yaratan alemlerin Rabbi olan Allah’ın apaçık varlığını göstermektedir. Bir ayette Rabbimiz’in yaratma sanatı ve ilmi şöyle haber verilmiştir: 
“…Herşeyi ‘sapasağlam ve yerli yerinde yapan’ Allah’ın sanatı (yapısı)dır (bu)…” (Neml Suresi, 88)
  • Zebra Uzun Kanatlı Kelebek Yumurtası (Heliconius charithonia)
Zebra uzun kanatlı kelebek yumurtasının turuncu renk tonu avcıları uyarmak içindir: Uyarıya rağmen, avcılar cesaretlerini toplayarak yumurtayı yemeye kalkarsa yumurtanın içeriğinde siyanür ve başka toksik maddeler uyarının boşuna olmadığını gösterir. Bu canlılara kendilerini  korumak için gerekli sistemleri veren, her şeyi koruyan ve gözeten Allah’tır.
Rabbimiz’in, her şeyin hakimi olduğu bir ayette şöyle haber verilmektedir: 
“Göklerde ve yerde her ne varsa O’nundur. Şüphesiz Allah, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan (Gani)dır, övülmeye layık olandır.” (Hac Suresi, 64)
Tırtıllar Dört Aşama Sonunda Gerçek Bir Kelebek Görünümüne Kavuşurlar
kelebekyumurtalari3
Kelebekler kanatsız doğarlar. Son hallerine ulaşmaları için dört aşama geçirmeleri gerekir. Bazıları 24 saat bazıları 1-2 ay ömre sahip olan kelebekler yumurtadan bir kurtçuk olarak çıkarlar. Kurtçuk büyüdüğünde küçük sevimli bir tırtıl olur ve kelebeğin ikinci devresi başlar. Tırtılın vücudunda toplam 14-15 halka vardır. Başında küçük gözleri vardır, ağız kısmında ise bizim dişlerimiz gibi çiğnemeye ve ezmeye yarayan çenesi bulunur. Gövdesinin ön kısmından karnına kadar olan bölgede 8 bacağı vardır. Kelebek henüz tırtıl iken kanatları yoktur ve antenleri çok kısadır. Tükürük bezleri ise bir çeşit ipek salgılar. Tırtılların diğer canlılar gibi büyüdükçe boyları uzamaz. Onlar büyüdükçe kendi derilerine sığamayacak kadar şişmanlarlar. Sonunda tırtıllar yavaş yavaş derilerini yırtarak ondan kurtulurlar. Yerine, genişlemiş bedenlerine daha uygun olan yeni bir deri çıkarırlar.
Tırtıl, böcek yiyen kuşlar için çok lezzetli bir canlıdır. Tırtılların kendilerini korumaları için çeşitli saklanma teknikleri vardır. Bazıları dimdik ayakta durarak dal taklidi yapar, bir kısmı kendi rengindeki bir yaprağın üstünde durarak kendisini kamufle eder bazıları ise ölü taklidi yapar. Bu saklanma teknikleri tırtılın yaşamını sürdürüp ileride kelebek olabilmesi için çok önemlidir.
Tırtıl bu kamuflaj tekniklerini kelebek olduktan sonra da kullanır. Örneğin bazı kelebekler kendilerine uygun renkte olan bölgelerde yaşarlar. Böylece kolayca saklanabilirler.
Üstün korunma sistemiyle gelişimine devam eden tırtıl nihayet üçüncü devreye girer. Tırtıl bu devreye geçeceği vakit karnını tıka basa yaprakla doldurur ve neredeyse çatlayacak hale gelir. Bu devrede tırtıl kendisini bir torbanın içine hapseder ve burada değişime başlar.
Bu evrede canlının etrafında oluşan sert kabuğa “krizalit” denir. Kabuğun içinde iken canlı hareketsizdir ve hiç yemek yemez. Yalnızca tırtıl iken yediği yaprakların enerjisini kullanır. Krizalit kabuklar bir yaprağın kayanın veya bir dalın üzerine tutturulmuştur. Aşağı yukarı 10 gün kadar bir süre geçtikten sonra kelebek birkaç dakika içinde krizalitin kabuğunu yırtarak çıkar.
O anda kelebeğin kanatları henüz normal boyutlarına ulaşmamıştır. Dördüncü evrede yeni kelebek kanatlarını germek için kanatlarının üzerindeki damarları vücut sıvısıyla şişirir. Kanatlarını kuruttuğu an ise hiç eğitim almadan anında uçar.
Allah’ın “koruyan”, “esirgeyen”,  “merhamet eden” sıfatlarını her yerde ve her şeyde görürüz. Allah yarattığı her canlıya, onları tehlikelerden koruyacak özellikleri de vermiştir. Yoksa, kelebeğin kendisini ve yumurtasını koruması gerektiğini düşünebilecek bir aklı yoktur. Tüm bu kolaylıkları ona sağlayan gökleri, yeri ve bunlar arasındaki herşeyi yaratan Rabbimiz’dir. Bazı insanlar bu canlılara bakarak Allah’ı anmaz ve canlılar sanki tesadüfen oluşmuşlar gibi davranarak nankörlük ederler. (Allah’ı tenzih ederiz) Müminler ise, Allah’ın yarattığı canlılarda kendileri için dersler olduğunu bilirler. Allah bunu  bir ayette şöyle bildirmiştir: 
“Sizin için hayvanlarda da elbette ibretler (dersler) vardır...”  (Nahl Suresi, 66)

27 Kasım 2012 Salı

Süpernovalar


supernovaSüpernova deyimi, astronomlar tarafından bir yıldızın patlayarak dağılmasını isimlendirmek için kullanılır. Dev bir yıldız, korkunç bir patlama ile kendisini yok eder ve içindeki madde de yine korkunç bir hızla dört bir yana dağılır. Bu patlama sırasında yayılan ışık, yıldızın normal ışımasından binlerce kat daha kuvvetlidir.

Astronomlar süpernovaların evrenin oluşumunda çok önemli bir rol oynadığını düşünürler. Bu patlamalar, astronomların tahminine göre, maddenin evrende bir noktadan başka noktalara taşınması işine yarar. Patlama sonucunda dağılan yıldız artıklarının, evrenin başka köşelerinde birikerek yeniden yıldızlar ya da yıldız sistemleri oluşturduğu varsayılmaktadır. Bu varsayıma göre, Güneş, Güneş Sistemi içindeki gezegenler ve bu arada elbette bizim Dünyamız da, çok eski zamanlarda gerçekleşmiş bir süpernova patlamasının sonucunda ortaya çıkmıştır.
Supernova
Ancak işin dikkat çekici yanı, ilk bakışta basit birer patlama gibi durabilecek olan süpernovaların, gerçekte çok hassas bazı dengeler üzerine kurulmuş olmalarıdır. Michael Denton, Nature's Destiny (Doğanın Kaderi) adlı kitabında şöyle yazar: 
Süpernovalar ve aslında bütün yıldızlar arasındaki mesafeler çok kritik bir konudur. Galaksimizde yıldızların birbirlerine ortalama uzaklıkları 30 milyon mildir. Eğer bu mesafe biraz daha az olsaydı, gezegenlerin yörüngeleri istikrarsız hale gelirdi. Eğer biraz daha fazla olsaydı, bir süpernova tarafından dağıtılan madde o kadar dağınık hale gelecekti ki, bizimkine benzer gezegen sistemleri büyük olasılıkla asla oluşamayacaktı. Eğer evren yaşam için uygun bir mekan olacaksa, süpernova patlamaları çok belirli bir oranda gerçekleşmeli ve bu patlamalar ile diğer tüm yıldızlar arasındaki uzaklık, çok belirli bir uzaklık olmalıdır. Bu uzaklık, şu an zaten var olan uzaklıktır. (Michael Denton, Nature's Destiny, s. 11) 
Süpernovalardaki bu tasarım bilinçli bir "tasarlayıcı"nın varlığını ispatlar. Tüm evreni yoktan var edip, sonra da onu dilediği biçimde tasarlayıp düzenleyen yegane kudret, tüm alemlerin Rabbi olan Allah'tır. Kuran'da bildirildiği gibi,
"Allah, göğü bina etmiş, sonra ona belli bir düzen vermiştir." (Naziat Suresi, 27-28)

26 Kasım 2012 Pazartesi

Samimi Dindar Atatürk


ATATÜRK’ÜN İSLAM’I ÖVEN SÖZLERİ


  • "Ey Millet! Allah birdir. Şanı büyüktür. Allah'ın selameti, atıfeti ve hayrı üzerinize olsun. Koyduğu esas kanunlar, Kur'ân-ı Azimüşşan`daki ayetlerdir. İnsanlara feyz ruhunu vermiş olan dinimiz son dindir. Ekmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, hakikate uymamış olsaydı, bununla diğer ilahi ve tabii kanunlar arasında aykırılıklar olması gerekirdi. Bütün ilahi kanunları yapan Cenab-ı Hak`tır." (Atatürk`ün S ve D. c. 2, s. 93)
  • "Kuran 'Kitab-ı Ekmel'dir. (En mükemmel kitap) "
  • "Kuran'ın tercüme ettirilmesini emrettim. Bu da ilk defa olarak Türkçeye tercüme ediliyor. Hz. Muhammed'in hayatına ait bir kitabın tercüme edilmesi için de emir verdim." "Camilerin mukaddes mimberleri halkın ruhi, ahlaki gıdalarına en yüksek, en verimli kaynaklardır. Minberlerden halkın anlayabileceği dille ruh ve beyne hitap edilmekle Müslümanların vücudu canlanır, beyni temizlenir, imanı kuvvetlenir, kalbi cesaret bulur."
  • "Milletimiz din gibi kuvvetli bir fazilete sahiptir. Bu fazileti hiçbir kuvvet, milletimizin kalp ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz."
  • "Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur."
  • "Türk Ulusu daha dindar olmalıdır. Yani tüm sadeliği ile dindar olmalıdır. Dinime, bizzat gerçeğe nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum..." (Atatürkün Söylev ve Demeçleri, cilt 3, s. 69-70, 29.10.1923, Fransız yazar Maurice Pernotya verdiği demeç)
  •  Mustafa Kemal’in Cumhurbaşkanı seçildikten sonra TBMM’ye teşekkür konuşmasını şu şekilde bitiriyor:
    "Ancak böylelikle ve ALLAH’IN YARDIMIYLA, bana verdiğiniz ve vereceğiniz görevleri iyi bir biçimde yapabileceğimi umarım. "
  • "Bence, dinsizim diyen mutlaka dindardır. İnsanın dinsiz olmasının imkânı yoktur… Dinsiz kimse olmaz…"
    02. 02. 1923, İzmir, Türkiye’nin Geleceği Üzerine Konuşma)
  • “MİLLETİMİZ, DİN VE DİL GİBİ KUVVETLİ İKİ FAZİLETE SAHİPTİR. Bu faziletleri hiç bir kuvvet milletimizin kalp ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, cilt 2, sf.66)
  • "DİNSİZ MİLLETLERİN DEVAMINA İMKAN YOKTUR. HER FERT DİN VE DİYANETİNİ, İMANINI ÖĞRENMEK İÇİN BİR YERE MUHTAÇTIR. Orası mekteptir. Fakat nasıl ki her hususta yüksek mektep ve ihtisas sahipleri yetiştirmek lazımsa, dinimizin hakikatini tetkik, tetebbu (derinlemesine araştırma) ilmi ve fenni kudretine sahip olacak güzide ve hakiki ulema yetiştirecek yüksek müesseselere sahip olmalıyız. "
  • "ALLAH, DÜNYA ÜZERİNDE YARATTIĞI BU KADAR NİMETLERİ, BU KADAR GÜZELLİKLERİ İNSANLAR YARARLANSIN VARLIK VE BOLLUK İÇİNDE OLSUN DİYE YARATMIŞTIR."
dindar Ataturk2
  • " Bizim dinimiz hiç bir vakit kadınların, erkeklerden geri kalmasını talep etmemiştir. ALLAH’IN EMRETTİĞİ ŞEY, MÜSLÜMAN ERKEKLE, MÜSLÜMAN KADININ BERABERCE DİN ÖĞRENEREK EĞİTİLMESİDİR. KADIN VE ERKEK BU İLİM VE EĞİTİMİ ARAMAK VE NEREDE BULURSA ORAYA GİTMEK VE ONUNLA MÜCEHHEZ (DONATILMIŞ) OLMAK ZORUNDADIR. "
  • Atatürk Hafız Yaşar’ın ilmini kıraatini sever ve çok beğenirdi. Bazı zamanlar ‘Hafızı çağırın’ derdi. Salonda Hafız Yaşar’ın makamı ileokuduğu Kuran-ı Kerim surelerini huşu ile dinlerken gözlerinden yaş aktığına şahit olunmuştur. Atatürk bazı kereler çalışırken okuduğu tefsirlerin çok tesirinde kalırdı ve de ‘HEY BÜYÜK ALLAH’IM.. KURAN’A İNANMAYAN KAFİRDİR, BİZE NASIL YOL GÖSTERİYOR? BUNLARI TÜM DÜNYAYA OKUTMALIYIZ’ DİYE SÖYLERDİ. SONRA O AN YANINDAKİLERE ‘OKURKEN RUHUM COŞUYOR, SİZE DE OLUYOR MU? ‘ diye sorardı.
  • "Uhud savaşında hazreti Resulullah düşmana yalnız gitti; neye güveniyordu? Neye sığınıyordu? ALLAH’A DEĞİL Mİ? BEN DE ALLAH’A SIĞINIYORUM. "dindar Ataturk
  • Uhud Savaşı’nın planını çizdikten sonra İnönü’ye dönerek şöyle devam etmiştir: ‘BİR KOMUTAN OLARAK BAK BAKALIM BUNDAN DAHA MÜKEMMEL BİR SAVAŞ YAPABİLİR MİYDİN?’ ‘..HZ. MUHAMMED’İN HAYATINA AİT BİR KİTABIN TERCÜME EDİLMESİ İÇİN DE EMİR VERDİM...’ Yakın arkadaşlarından Hafız Yaşar  Okur, Atatürk’ün PEYGAMBER EFENDİMİZ’DEN HER ZAMAN BÜYÜK TAKDİRLERLE BAHSETTİĞİNİ ve O’nun yaşadığı yıllar için hep ‘HZ. PEYGAMBER’İN ZAMAN-I SAADETLERİNDE...’ şeklinde saygı ifadeleri kullandığını aktarmıştır.
  • "Cedlerimizin, Selahaddin’in idaresi altında, uğrunda Hıristiyanlarla mücadele ettikleri topraklarda yabancı hakimiyet ve nüfuzunun tahtında bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyan edecek kadar bugün, ALLAH’IN İNAYETİ İLE KUVVETLİYİZ. Avrupa bu mukaddes yerlere temellük etmek (sahiplenmek) için yapacağı ilk adımda bütün İslam aleminin ayaklanıp icraata geçeceğine şüphemiz yoktur."
  • “Halbuki elhamdülillah hepimiz Müslümanız, hepimiz dindarız...” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt II sayfa 131.)
  • "Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır. Bu ölçü ile hangi şeyin bu dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa halkın menfaatine uygundur; biliniz ki o bizim dinimize de uygundur. Bir şey akıl ve mantığa, milletin menfaatine, İslam'ın menfaatine uygunsa kimseye sormayın. O şey dinidir. Eğer bizim dinimiz aklın mantığın uyduğu bir din olmasaydı mükemmel olmazdı, son din olmazdı." (Atatürk'ün S.D. II, 1923, s. 127)

24 Kasım 2012 Cumartesi

Güvelerin Hayranlık Uyandıran Yeteneği

Güveler, kutup bölgeleri ile okyanuslar hariç dünyanın hemen her yerinde yaşayan ve bir milyon kadar türü olduğu düşünülen böceklerdir.Bu minik canlının koku alma organı olarak görev gören uzuvları başındaki iki antenidir. Her bir antende yüzlerce küçük tüy vardır; tüylerin üzerinde de koku alıcı hücreler bulunur. Antenlerindeki özel yapı güveleri ge
rçek birer koku uzmanı yapar.

Güveler koku duyularını kullanarak nelerin besin değeri taşıdığını, nelerin zararlı olabileceğini tespit ederler. Bunun yanında, koku almanın güveler açısından hayati bir önemi daha vardır. Çiftleşme zamanı geldiğinde dişi güve özel bir feromon salgılar, erkek güve de bunu algılar ve kaynağına doğru uçarak dişinin yerini bulur. Burada üzerinde durulması gereken bir nokta vardır. Erkek güve kokuyu takip ederek kilometrelerce mesafedeki dişiye ulaşır. Örneğin erkek ipek güveleri 20 kilometre hatta daha fazla uzaklıktaki dişilerinin feromonunu algılayabilirler.Şüphesiz bu küçük canlılardaki koku organlarının üstün duyarlılığı göz kamaştırıcıdır.

Bir örnek verelim: Kuzey Amerika'da yaşayan bir güve türünün ("Helicoverpa zea") erkeği, aralarında 1 milimetreden fazla bir açıklık olmayan iki farklı feromon kaynağını en fazla 0.001 saniyede ayırt edebilir.


“Sizin için hayvanlarda da elbette ibretler (dersler) vardır...”  (Nahl Suresi, 66)

23 Kasım 2012 Cuma

Dünyanın ısısını ayarlayan termostat

Planktonlar genelde balinaların besin kaynağı olarak bilinir. Okyanusta yaşayan bu mikroskobik canlıların kendilerinden binlerce metre yukarıda yer alan bulutların oluşumuna katkıda bulunduklarını biliyor muydunuz?plankton smPlanktonların çoğu dimetil sülfür denen kimyasal maddeyi üretir. Bu madde oksijenle birleşerek sülfat haline geçer. Sülfatlar okyanus üzerindeki su buharı için yoğunlaşma çekirdekleri oluşturarak bulutları meydana getirirler. Bu çekirdekler çok büyük olduklarından yağmura neden olmazlar fakat bulutların güneş ışınlarını yansıtmasını veya emmesini etkilerler. Buna “albedo” denir. Dimetil sülfür albedoyu arttırır. Böylece bulutlar gelen güneş ışınlarını yansıtır, buna bağlı olarak toprağa erişen güneş ışınları da azalır. Çoğu insanın yaşamında, bir kez dahi görmediği planktonlar, dünyanın çok hassas olan ekolojik dengesi içinde önemli bir yere sahiptirler. Okyanuslardaki bu minik canlıların kükürdü yemesinin sonucunda, güneş ışınları toprağa çok fazla gelmemekte dolayısıyla havanın ısısı çok yükselmemektedir. Bu da tüm yeryüzünün sıcaktan kavrulmasını engelleyerek yaşanılır bir ortam sağlamaktadır.

Birçok kişinin belki de görevini şu anda öğrendiği bu canlının yeryüzündeki yaşama yaptığı katkı Rabbimiz'in üstün yaratışının örneklerinden sadece bir tanesidir.

Dünyanın Isısı


309145 276529575791013_825571249_n(1)Dünya'nın yaşam için en gerekli şartları, ilk bakışta, ısısı ve atmosferidir. Mavi gezegen, canlıların, özellikle de bizim gibi son derece kompleks canlı varlıkların yaşayabileceği bir ısı değerine ve soluyabileceği bir atmosfere sahiptir. Ancak bu iki etken de, birbirinden son derece farklı faktörlerin her birinin ideal değerlerde belirlenmesiyle gerçekleşmiştir.

Bunlardan birisi, Dünya'nın Güneş'e olan uzaklığıdır. Elbette ki Dünya Güneş'e Venüs kadar yakın ya da Jüpiter kadar uzak olsaydı, yaşama imkan verecek bir ısı değerine sahip olamazdı. Karbon bazlı organik moleküller, az önce belirttiğimiz gibi, 120°C ile -20°C arasında değişen bir ısı aralığında oluşabilirler. Güneş Sistemi'nde bu ısı değerine sahip olan yegane gezegen ise Dünya'dır. Tüm evren düşünüldüğünde ise, hayat için gerekli olan bu ısı aralığının, gerçekte elde edilmesi çok zor bir aralık olduğunu görürüz. Çünkü evrenin içindeki ısılar, en sıcak yıldızların içindeki milyarlarca derecelik korkunç sıcaklıklardan, "mutlak sıfır" noktası olan – 273.15°C'ye kadar değişebilmektedir. Bu dev ısı yelpazesi içinde karbon-temelli bir hayata izin veren ısı aralığı, çok dar bir aralıktır. Ama Dünya, tam bu ısı aralığına sahiptir.

Dünya, bilinen tüm gökcisimlerinin aksine, yaşama elverişli bir atmosfere, ısıya ve yüzeye sahiptir. Güneş Sistemi’ndeki diğer 63 gök cisminden hiçbirinde yaşamın temel şartı olan su yoktur. Dünya’da ise yüzeyin dörtte üçü suyla kaplıdır.

Amerikalı jeologlar Frank Press ve Raymond Siever de, Dünya yüzeyinin ısısına dikkat çekerler. Belirttiklerine göre "yaşam sadece çok sınırlı bir ısı aralığında mümkündür... ve bu ısı aralığı Güneş'in ısısı ile mutlak sıfır arasındaki muhtemel ısıların yaklaşık % 1'lik bir bölümünü oluşturmaktadır. Dünya'nın ısısı, tam bu dar aralıktadır."(1)

Bu ısı aralığının korunması, elbette Güneş ile Dünya arasındaki mesafe kadar, Güneş'in yaydığı ısı enerjisi ile de yakından ilişkilidir. Hesaplara göre Dünya'ya ulaşan Güneş enerjisindeki %10'luk bir azalma yeryüzünün metrelerce kalınlıkta bir buzul tabakası ile örtülmesiyle sonuçlanacaktır. Enerjinin biraz artması halinde ise tüm canlılar kavrularak öleceklerdir.

Dünya'nın ideal olan ısısının, gezegen içinde dengeli olarak dağıtımı da son derece önemlidir. Nitekim bu dengenin sağlanması için çok özel bazı tedbirler alınmıştır.

images(16)
Örneğin, Dünya'nın ekseninin 23°27´lık eğimi, kutuplarla ekvator arasındaki atmosferin oluşmasında engel oluşturabilecek aşırı sıcaklığı önler. Eğer bu eğim olmasaydı, kutup bölgeleriyle ekvator arasındaki sıcaklık farkı çok daha artacak ve yaşanabilir bir atmosferin var olması imkansızlaşacaktı.

Dünya'nın kendi etrafındaki yüksek dönüş hızı da ısının dengeli dağılımına yardımcı olur. Dünya sadece 24 saatlik bir süre içinde kendi etrafını dolaşır ve bu sayede geceler ve gündüzler kısa sürer. Kısa sürdükleri için de gece ile gündüz arasındaki ısı farkı çok azdır. Bu dengenin önemi, bir günü bir yılından daha uzun süren ve bu yüzden gece-gündüz arasındaki ısı farkı 1000°C'yi bulan Merkür ile karşılaştırıldığında görülebilir.

Dünya’nın Güneş’e olan uzaklığı, kendi etrafındaki dönüş hızı, ekseninin eğimi, yeryüzü şekilleri gibi birbirinden bağımsız pek çok etken, gezegenin yaşama uygun bir biçimde ısınmasını ve ısının gezegene dengeli bir biçimde yayılmasını sağlar.


Yeryüzünün şekilleri de ısının dengeli dağılımına yardımcı olur. Dünya'nın ekvatoru ile kutupları arasında yaklaşık 100°C'lik bir ısı farkı vardır. Eğer böyle bir ısı farkı fazla engebesi olmayan bir yüzeyde gerçekleşmiş olsaydı, hızı saatte 1000 km'ye varan fırtınalar Dünya'yı allak bullak ederdi. Oysa ki yeryüzü, ısı farkından dolayı ortaya çıkması muhtemel kuvvetli hava akımlarını bloke edecek engebelerle donatılmıştır. Bu engebeler, yani sıradağlar, Çin'de Himalayalar'la başlar, Anadolu'da Toroslarla devam eder ve Avrupa'da Alplere kadar sıradağlar halinde uzanarak batıda Atlas Okyanusu, doğuda Büyük Okyanus'la birleşir. Okyanuslarda ise ekvatorda oluşan fazla ısı, sıvıların ısı farkını dereceli bir şekilde dengelemesi sayesinde kuzeye ve güneye doğru aktarılır.


Bu arada Dünya'nın atmosferinde ısıyı sürekli dengeleyen birtakım otomatik sistemler de vardır. Örneğin bir bölge çok fazla ısındığında su buharlaşması artar ve bulutlar çoğalır. Bu bulutlar ise Güneş'ten gelen ışınların bir kısmını geri yansıtarak aşağıdaki havanın ve yüzeyin daha fazla ısınmasını engeller.


Dipnotlar
1 F. Press, R. Siever, Earth, New York: W. H. Freeman, 1986, s. 4

22 Kasım 2012 Perşembe

Uzaydan Bedenimize Karbonun Hayati Önemi

Karbonun bazı allotropları: a) elmas; b) grafit; c) altıgen elmas; d-f)fullerenler (C60, C540, C70); g) amorf karbon; h) karbon nanotüp.

Arabalarımızın egzozları, evlerimizin bacaları, yangınlar, kullandığımız lamba, buzdolapları ve soğutucular… İnsanlar her yıl atmosfere çeşitli kullanımlar sonucunda toplam 8 milyar ton karbondioksit gazı gönderiyorlar. Peki atmosfere karışan karbon nereye gidiyor? Nasıl oluyor da havasızlıktan zehirlenip ölmüyoruz? 
Yüce Allah dünyada su döngüsü kadar yaşamsal öneme sahip diğer hassas bir dengeyi karbon döngüsü üzerinde kurmuştur. Karbon atomları, canlılar, okyanuslar, atmosfer ve yer kabuğu arasında sürekli olarak taşınırlar. Karbon döngüsü olarak bilinen bu mekanizma ile karbon molekülleri dünya var olduğundan beri birçok kez kullanılmıştır. Bu, vücudumuzdaki bir karbon atomunun, yüzyıllar önce bir bitkinin yanmasından ortaya çıkmış olması ve biz öldükten sonra bu karbon atomunun fotosentez işlemi sırasında bir bitkinin parçası olabileceği anlamına gelir. 
Karbonun en önemli özelliği ise, depolanma, değiş-tokuş, büyüme, çürüme-solunum ve yanma olmak üzere bir dizi işlem sonucu, Yüce Allah’ın dünyayı yarattığı günden beri bir düzen içinde hassas dengesini korumasıdır. Yüce Allah yaratışındaki üstünlüğü bir Kuran ayetinde şöyle haber verir: 
“…Elbette Allah, Kendi emrini yerine getirip-gerçekleştirendir. Allah, herşey için bir ölçü kılmıştır.” (Talak Suresi, 3) 
Ancak insanların ormanları ve enerji ihtiyacını karşılamak için fosil yakıtları yakması ile vaktinden önce ve fazladan açığa çıkan karbon, bu kusursuz işleyen hassas sistemi bozabilecek bir tehdit gibi görünse de, ortaya çıkabilecek zararlar yaratılmış en mucizevi tedbirlerle önlenmiştir. 

Karbondioksit Fazlası Nasıl Oluşur? 

Atmosferdeki karbonun büyük bir kısmını depolayan ormanlar ve fosil yakıtları, insan müdahalesiyle yakılarak atmosfere verilir. Ormanların kesilmesi karbonun en önemli depo alanını ortadan kaldırır. Bilimsel araştırmalar Sanayi Devriminin gerçekleştiği yaklaşık 150 yıldan beri atmosferdeki karbondioksit oranının arttığını ve kullanım bu hızla sürerse gelecek 100 yıl içinde karbondioksit oranının 2-3 misli artacağını gösteriyor. 

Atmosferde Karbondioksit Fazlası Olursa Ne Olur? 

Aslında karbondioksit atmosferi oluşturan su buharı ve diğer birçok gazla birlikte, dünyaya sera etkisi yaparak soğumasını önlemekte ve yeryüzünü ortalama 14 derece sıcaklıkta tutmaktadır. Fakat son 150 yıldan beri artan karbondioksit oranı dünyanın %30 oranında ısınmasına neden olmuştur. Ancak bu noktada ilginç bir durum ortaya çıkmaktadır. Çünkü yapılan hesaplar insanoğlunun yılda 8 milyar ton olarak verdiği karbondioksitin yarısının yok olduğunu gösterir. Karbondioksit, yüzyılın en büyük tehlikesi olarak kabul edilen küresel ısınmanın başrol oyuncularından biri olarak kabul edildiği halde iklim değişiklikleri beklenildiği oranda korkunç boyutlara ulaşmamaktadır. Dünya zehirli gazlarla dolu solunamaz bir havaya sahip olmamaktadır. 
Peki karbondioksit fazlası nasıl yok olmaktadır? 

Doğadaki Karbondioksit Emici Sistemler 

Rabbimiz’in sonsuz rahmetinin bir göstergesi olarak ormanlar, çayır alanları ve okyanuslar karbon kuyusu görevi üstlenerek canlılar soludukça ve çürüdükçe açığa çıkan karbonu ve insanoğlunun açığa çıkardığı milyarlarca ton karbondioksitin yarısını emerek iklim değişikliklerini ve atmosferdeki karbondioksit birikimini engelliyorlar.

Bitkiler: Bilimsel araştırmalar, dünyadaki kıtaların büyük kısmını barındıran dolayısı ile daha fazla insanın yaşadığı kuzey yarımkürede karbondioksit gazının daha çok biriktiği konusuna odaklanmıştı. Fakat yapılan ölçümler, kuzey ve güney yarımküre arasındaki farkın çok düşük değerde olduğunu ortaya koymuştur. Çünkü kuzey yarımküredeki ormanlık ve yeşil alanlar karbonu alarak fotosentez işleminde kullanıyor, bitkiler beslenip büyürken fotosentez işlemi sırasında açığa çıkan oksijen ile bu bitkisel emici sistemler atmosferi temizliyorlar. Burada Yüce Allah’ın her şeyi bir ölçü ile yarattığı gerçeği bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Çünkü bu bitkisel kuyulara bağlı olarak havadaki oksijen oranının artması ve yaşamamızın imkansız hale gelmesi beklenirdi. Ancak karbondioksit okyanusta çözüldüğünde atmosfere oksijen eklenmediği için havadaki oksijen oranı sabittir. Dolayısıyla sadece bitkilerden gelen oksijen ile atmosferdeki gazlar dengelenir. 

Okyanuslar: Yılda ortalama iki milyar tonun üzerindeki karbon, diğer bir ifadeyle -okyanus bilimci Taro göre- “döngüde yok olan karbonun yarısı” okyanuslara gider.(Taro Takahashi Limnol. Oceanogr.: Methods 2, 2004, 91–101, 2004, by the American Society of Limnology and Oceanography, Inc). Bitkilerin daha hafif olan “karbon 12” içeren gazları kullanmaları ve bu durumda “karbon 13” gazının atmosferde birikmesine rağmen okyanusların karbon gazı konusunda seçici olmaması atmosferin temizlenmesinde önemli bir rol oynar. Karbondioksit özellikle soğuk okyanus sularında kolayca çözünürken deniz bitkileri hızla çözünmüş karbonla beslenerek, büyümekte ve bunları yiyen deniz canlılarının ölüp denizin dibinde birikmesi ile karbon deniz altında depolanmaktadır. 
Peki bu denge bozulur ve dünya çoğu uzmanın belirttiği gibi hızla ısınmaya başlarsa ne olur? 

Karbon Dengesinin Bozulmasının Getireceği Sonuçlar 

Yüce Allah bir Kuran ayetinde gökleri ve yeri Kendi kudreti altında tuttuğunu şöyle haber vermiştir: 
“Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zeval bulurlar diye (her an kudreti altında) tutuyor. Andolsun, eğer zeval bulacak olurlarsa, Kendisi'nden sonra artık kimse onları tutamaz. Doğrusu O, Halim’dir, bağışlayandır.” (Fatır Suresi, 41) 
Küresel ısınmaya bağlı olarak, iklimde kavurucu sıcaklar, şiddetli fırtınalar, düzensiz yağışlar gibi değişiklikler olabilirdi. 
Çöller genişleyebilir, mercan resifleri yok olabilir, dünyanın bir bölümü ısınırken, bir bölümü hiçbir canlının yaşayamayacağı oranda dondurucu soğuklara maruz kalabilirdi. Her iki durumda da canlıların yaşaması güçleşirdi. 
Küresel ısınmaya bağlı olarak, okyanus sularının ısınması daha az karbondioksitin çözülmesine neden olurdu. Bu, okyanus bitkilerinin büyüyememesi ve balinalardan küçük deniz canlılarına kadar bitkilerle beslenen pek çok canlının yaşamının tehdit altına girmesi demektir. 
Dünya ısınırsa bitkiler emdikleri karbondan daha fazlasını atmosfere geri gönderir. Bu durumda atmosferdeki karbondioksit oranı artar, oksijen oranı azalır, yaşam sona ererdi.
Sonuç olarak, karbon döngüsü dünyada özel bir yaratılışın var olduğunun en önemli delillerinden bir tanesidir. Çünkü karbonun canlıların yaşamasına yönelik hassas döngüsü yalnızca dünyada mevcuttur. Karbon döngüsündeki bu hassas işleyişte, sadece çok küçük bir değişimin olması durumunda dünyanın dengesi bozulabilir. 
Dünyanın, karbon döngüsü gibi yaşama elverişli pek çok hassas denge üzerine kurulu olması gerçekten de çok büyük bir nimettir. Önemli olan, evrendeki kusursuz düzeni ve Yüce Allah'ın eşsiz sanatını görmek, Rabbimiz’e her an her saniye muhtaç olduğumuzu kavramak ve O'nun büyüklüğünü takdir etmektir. Bir ayette Allah’ın tüm kainattaki hakimiyeti şöyle bildirilmiştir: 
“Gökten yere her işi O evirip düzene koyar. Sonra (işler,) sizin saymakta olduğunuz bin yıl süreli bir günde yine O'na yükselir.” (Secde Suresi, 5)

Karbon Kaynakları 

Karbon hava, toprak ve su arasında dolaşır. 
Gaz halindeki karbon, karbondioksit olarak atmosferde ve sularda erimiş haldedir. 
Su içeriğinde bulunan karbon, mercan resifleri ve suda yaşayan canlıların iç veya midye gibi kabuklu canlıların dış iskeletlerinde depo edilir. 
Karadaki karbon, kireçtaşları, dolamitler gibi kayalar ve kalkerli kabuklar, turba toprakları (kuzey ve güney kutbu ve yakın çevresinde yaklaşık olarak 60 m’lik kısmı donmuş topraklar) petrol, doğal gaz ve kömür gibi fosil yakıtlarda bulunur. 
Canlı organizmaların kimyasal yapısının vazgeçilmez bir bileşeni olduğundan canlılar da bir karbon deposu durumundadır.

Doğadaki Bazı Karbon Oranları (%) 

  • Deniz suyu 0,0025 
  • Hava 0,015 
  • Tarım toprağı 1-2 
  • Kireçtaşı 12 
  • İnsan vücudu 18 
  • Petrol 86 
  • Kömür 92 
  • Elmas 100